İRFANIN MERÂTİBİ

İmam Efendi Osman Bedruddin Erzurûmî Hazretleri buyuruyor ki: “İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmı ehli masiyettir.” Yani dünyada ot gibi bitmiş, saman gibi gidecek olanlardır. Bunlar Hak’la batılı birbirinden tefrik edecek firasete, basirete, anlayışa sahip değillerdir. Yerler, içerler bu dünyadan göçerler. Varlıkları ile yoklukları çok fazla bir anlam ifade etmez. Zaten Kur’ân-ı Kerim onlara insan da demiyor. “Onlar dört ayaklılardan daha aşağıdırlar.” buyuruyor. Allah bizi bunlardan etmesin. Bu halde olanlara da hidayet buyursun. Toplumumuzda, yaşadığımız zamanda bunlar çoğunluktadır. 

İmam Efendi ikinci grup için: “Müslümanların avamıdır.” diyor. Yani sadece ibadetlerin zahirleri ile iktifa ederler; namazın, orucun, haccın, zekâtın zahirini ifa ederler... Bunları sûretâ yerine getirirler ve akılları sıra Allahu Teâlâ’ya pahalı bir şekilde satmak isterler. Yani biz bunları yaptık, şimdi Sen de ne yapacaksan yap, Sen de uluhiyyetini bize göster...

Bunların karşılığı, Allah için yapılmış ibadetlerin karşılığı vadedilmiş cennettir. Ama Hazret bunlar için: “Bu insanlar cennete gitse de bunların nâr-ı fîrakları bitmez.” buyuruyor.  Bunlar ayrılık ateşinden, hasret ateşinden kurtulamazlar. Cennete gidecek olan her insan Allah’ın cemâlini görmeyecektir. Cennetin köşklerine, nimetlerine, lezzetlerine ulaşabilirler ama cennete gidenlerin hepsi Rabbimizin cemâline mazhar olmayacaklardır. 

Üçüncü sınıf; bunlar da kendi aralarında derece derece olan,  Kur’ân-ı Kerim’in de “…Haberiniz olsun ki Allah yanında ekreminiz en takvalınızdır.” (el-Hucurat: 49/13) buyurduğu; hatta Cenâbı Hakk’ın müba-lağa ile takvadan da öte ‘etka olanınızdır.’ diye taltif buyurduğu, medhu senâ buyurduğu insanlardır. İhsan sırına ermiş, kendini bilmiş, varlık gayesini anlayıp oradan Rabbini tanımış, sevmiş; İbrahim (as) misali her şeyini; hayatını, vefatını, ibadetini, hizmet ve himmetini Âlemlerin Rabbi’ne tahsis etmiş olan kişi… Bunlar da kendi aralarında sınıflanıyorlar. Bunların da havasları var, ehassul havasları var… Mertebe mertebe dereceleniyorlar… 

İmam Gazali bu noktada imanı altı dereceye ayırıyor. İmanda altı derece kemalat vardır buyurmuş İhya’da. Bunları, avamın imanı, âlimin imanı, havasın imanı, ehassul havasın imanı ve marifetullaha erişmiş, muhabbetullahı elde etmiş, sıddıkiyet makamına, sâfiyye makamına erişmiş insanların imanı... diye sınıflandırıyor. 

İmam Gazali diyor ki: “Avamın imanı taklitten ibarettir, mukallittir o.” Şuuruna varmadan gördüğü şeyleri taklit eder. Mukallitler çocuklara benzer. Bir çocuk da ayna gibidir. Gördüğü her şey onda yansır yani onu taklit eder. Mukallitler de böyledir. Meselelerin illetini-hikmetini bilmeden, bilinçsizce yaparlar. Günümüzde birçok anlayış Müslümanlara böyle yerleşmiştir. Sorsan ki niye Müslümansın? Cevabı, Müslüman bir toplumda dünyaya geldim, annem babam Müslüman, ben de bu yüzden Müslümanım. İslam’ın ne olduğunu bilmez. Niye Müslüman olduğunu bilmez. Anasının babasının Müslümanıdır, onlar Müslüman olduğu için o da Müslüman. Demek ki onlar başka bir dinde olsa o da o dine inanacak. Bir şey demiyoruz, Allah ile kendi ara-larında olan Müslümanlığı tartışmıyoruz. Ama bu makbul bir şey değil. Çünkü Kur’ân-ı Kerim bu tipleri haber verirken; geçmiş ümmetleri veya Resûlullah zamanındaki inançsızları haber verirken, onların en büyük gerekçeleri olarak: “Biz anamızı babamızı, atamızı bu iş üzere gördük. Onlar bu yoldaydı. Bu hal, bu inanç, bu anlayış üze-reydi. Biz de o yüzden böyleyiz derler.” buyuruyor… 

Bu din bize babamızın atamızın mirası değil, Rabbimizin emaneti. Meselelere önce böyle bakacağız. Bu din bize Allah’ın emaneti. Bize O’nun ta-limi-terbiyesi. Rububiyet sıfatı ile bizi Müslüman olarak yarattı.

Bunun için “Avamın imanı taklitten ibarettir.” diyor Gazali. Tükürükle yapışmış gibidir. Ufak bir rüzgâr o imanı kuruttuğunda toz gibi dağılır. Nitekim görüyoruz, basit bir imtihan, bir musibet karşısında insanlarımız Allah’ı bırakıp farklı şeylere yönelebiliyor. Farklı şeyleri tesirci zannedebilip onların etkisine girebiliyor. Biraz ikrah görse, biraz baskı görse farklılaşabiliyor. Taklit olduğu için… İstikbali ile gerçek mânâda bir istiklal arasında tercihe zorlandığında dünyevî istikbali tercih edebiliyor. Bu, mukallit olduğundan...

“Âlimin imanı deliledir, hüccete iman etmiştir.” diyor İmam Gazali. Delili elinden aldığın, delili çürüttüğün an imanı biter, diyor. İmanı şuhuta ve yakîne erişmediği için, iman onda tam mânâsı ile keml bulmadığı için, imanla bütünleşmediği için bir dayanağa dayandırmıştır imanını. O dayanağı çektiğinde imanı yıkılır. Şekke/şüpheye düşer. Allah esirgesin oradan öteye ayak kayarsa daha onu tutmak güç olur. Bu da bugün çok açık ve barizdir. İsminin önünde birçok eklemeler, uzatmalar olan, ilim adına belli sıfatlar almış insanlara bakın… Delilleri de azalta azalta parmakla sayılacak sevi-yeye indirmişlerdir. Onları da elinden alsan ortada kalacaklar. 

Geçen gazetede okuyorduk bir profesör, gerçi Müslümanlardan değil, biri kuyruğuna basınca tepki göstermiş: “Efendim, Kur’ân-ı Kerim’de namazın ne şekli ile, ne vakti ile, ne yeri ile ilgili bir ifade/ibare vardır. Namaz sadece vicdanî/rûhi bir bağlılık, bir sevgiden ibarettir. Bunu her hal üzere yerine getirebilirsin. Arabada gider-ken de, bir vesâit içindeyken de namaz kılabilirsin. Namaz tanrıya bir yakarıştır, yöneliştir. Bunun için bir vakte, bir mabede, bir mekâna, bir düzeneğe ihtiyaç yoktur.” demiş. Bu profesör güya ‘Müslümanım’ diyor. Aynı gazetenin bir başka sayfasına baktım, Filistin’de bir yahudi topluluğundan bahsediyor. Filistin’de bir dağda yaşayan sayıları yedi yüze varan bir yahudi topluluğu... Vakit gazetesinin muhabiri gidip onların dini merasimlerinde de bulunmuş. Muhabir diyor ki, namaz kılıyorlar. Yahudiler, rükûlu ve secdeli namaz kılı-yorlar. Namazdan evvel abdest alıyorlar. Namazda Tevrat’ın ana dilinden, İbranice dualar okuyorlar. Kıble olarak da Mescid-i Aksa’ya değil üzerinde yaşadıkları dağa doğru namaz kılıyorlar. O dağın mukaddes Tur-u Eymen/Tur Dağı olduğuna inanıyorlar ve Cenâbı Hakk’ın Musa’ya buradan tecelli ettiği, buradan konuştuğu için kıble burasıdır diyorlar. Namaz kılan yahudiler; namazın şeklini, vaktini; namaz kılınacak mekânları inkâr eden Müslüman profesörler…  Şimdi bu profesörün belli bilgilerini çürütseniz neye ina-nacağını bilemez, şaşırır. İmtihanı kaybeder. Tah-kike ulaşmamış, hakikata dönüşmemiş bir iman… 

Havas ve ehassül havas, bunlar zaten nefsin itminana ermiş halinden ötesidir. “Yâ eyyetuhe’n- Nefsu’l-Mutmeinneh.” (el-Fecr: 89/27) sırrına maz-har olmuş, ondan sonra “…Râdiyeten merdiyyeh.” (el-Fecr: 89/28) şerefi ile şereflenmiştir. Allah’ın kendisinden razı olduğunu biliyor bunda hiç şüphesi/tereddüdü yok, kendisi de Allah’ın her türlü cilvesine, kaderine, kazasına, emrine rıza göstermiş, teslim olmuş, tevekkül kılmış, Râdiye ve Merdiye mertebelerine erişmiş, havas ve ehassül havas olmuş… Artık oradan öteye de ârif olmuş, Allah hakkında gerçek bir bilgiye kavuşup ‘perde kalksa yakını değişmeyecek’ derecede bir bilgiye, bir anlayışa sahib olmuş; nefs-i sâfiyye ve kamiliyye mertebelerine gelip sıddıkiyet makamına ulaşmış insanların imanı. “…Ve’s-Sıddikîne…” diye ayeti kerimede müjdelenmiş insanların imanı… Bunlar için Peygamberimiz  (sav) buyuruyor ki: “Bunlar bir konuda yemin etseler Allah onları yalancı çıkartmaz. Yemin etseler o yeminleri hiç olmayacak, olmayan bir şey üze-rine olsa Allah onu halk eder.” Bu kemale gelmiş insanların imanı. Ehli masiyet birinci sınıf, ehli zahir ikinci sınıf, ehli irfan insanlar da üçüncü sınıf.  Yani emirlerin -namazın, orucun, abdestin, zekâtın, haccın ve sair evâmir-i diniyye ve evâmir-i şeriyye-nin- hem zahirlerine riayet ettikleri gibi; kalp huzuruyla, dimağ dinginliği ile gönül zenginliği ile bu ibadetleri yapan insanlardır. Adeta ibadetinden zevk alan, hûşû bulan insanlar… 

Misal bir insan yüksek, güzel, ferah, ağaçlık, püfür püfür esen, güzel su akan bir tepeye çıksa, orada insanın içi uçuyor gibi olur değil mi? Orada kendini öyle hisseder. O havayı ciğerlerine çektiğinde acayip bir hoşluk hisseder. Kendini bıraksa o çimenlere veya o akan suyun üstüne sonsuza kadar o su onu götürse… Bir gücü/kudreti olsa havanın üstüne yatıp havada kalabilse sonsuza kadar… İnsanın içinde böyle bir his, bir arzu olur. O tabiat güzelliği ile karşılaştığında duyguları çok değişik olur. İşte insan namaza durduğunda adeta o duyguları yaşar. Anlayasınız diye bu örneği verdim. Çünkü insan namazda yükseldiği kadar hiçbir şeyde yükselemez. Namazda Mirac’a yükselirsin, o noktadan daha yukarıda bir hedef, bir nokta yok. Mirac’ın ulaştığı zirveden daha zirve bir nokta yok. Namazda oraya ulaşırsın. O hiç bitmesin istersin çünkü orada seni müthiş bir ümit, bir umut kaplar, bir heyecan kaplar… Nedir o? Cemâl-i Bâkemal’i görmek ümidi… Kapıyı açarsa, tecelli ederse, ‘buyur kulum’ derse… Onun heyecanı sarar seni. Orada sonsuza kadar beklemek istersin. Kapının sana açılacağını bildiğin için sonsuza kadar sürse o huzurda beklemek istersin. Elinden gelse “Elhamdulillahi Rabbi’l-Âlemin.” ifadesini öyle uzatırsın ki O’na olan hamdin, O’nu yüceltmen/övmen hiç bitmesin istersin. Çünkü O’nu medhetmeye, O’nu zikretmeye, O’nu anmaya doyamazsın. İnsan kâinatta her şeyden bıkar arkadaşlar. Sana dünyevi olarak en lezzetli gelen şey neyse şimdi hayalinde onu düşün. Bir gün, iki gün, üçüncü gün bıkarsın, gına gelir. Kurt bile bir-iki koyunu boğduktan sonra daha yiyemez, bıkar. Affedersiniz kedi, iki-üç fare tutsun daha dördüncünün peşinden koşmaz. Kedi için bu kadar zevkli olan bir şey ama üç-dört fare ile usanır. Ama orada bıkma yok…  Eğer o noktaya erişebilirsen bıkma yok? Bitsin isteme yok… Çünkü orada sen yoksun. Senin bir ağırlığın yok. Uzaydaki bir cisim misali. Nasıl ki o cismin kendisinin uzayda bizâtihi ağırlığı olmuyor, yerçekimi olmadığı için bıraksan savruluyor, o sâfiyye makamına erdiğinde de sende benlik olmuyor. Sende varlık duygusu olmuyor. O yüzden de beşerî zaaflar/arzular orada olmuyor. İbadeti böyle yapan insanlar var. 

Başa dönersek, insanlık bu üç sınıftan birindedir. Hepimiz şimdi kendimizi bu mânâda mütalaa edip muhasebe edip biz hangi gruptayız diye düşünmeliyiz. Dünyada, memleketimizden misal İzmit’e geldik. İlk geldiğimizde belki bir gecekonduda oturuyorduk. Orada kalmadık, gecekonduyu değiştik, bir daire aldık. Daha sonra çalıştık, çocuklarımız da çalıştı, kazançlarımızı birleştirdik bir arsa aldık, kendimiz bina yaptık. Her oğlumuza/kızımıza birer daire yaptık. Kendimizi sürekli yeniledik, işimizi büyüttük, değişik şubeler açtık. Bunlar güzel gelişmeler, Allah daha ziyade kılsın, şükrünü eda edebilmeyi nasib etsin. Aynı şekil-de de hayvaniyetten nâs sınıfına, nâs sınıfından insaniyete, oradan ekmeliyete terakki etmeliyiz. Hep bu nefsin gecekondusunda, bu nefsin gaflet maranı içinde oturmamalıyız. Bu marandan çıkıp izzet sarayına doğru yol almalıyız. Cenâbı Hakk’ın izzet sarayı var. O padişahlar padişahına misafir olmalıyız. Sonra orada hizmetlenmeliyiz, misafireten gittiğimiz yerde mukim olmalı, bir hizmet üslenmeliyiz. O’nun dîn-i mübini için, O’nun şeriatı/tarikatı için bir hizmeti üstlenip O’nun memuru olmalıyız. Varlık gayemizi idrak edip onunla bütünleşmeliyiz. Biz o zaman insan oluruz, samimi/olgun Müslüman oluruz. Böyle insanlar çoğaldıkça ve o insanlar Allah’ı zikrettikçe, o insanlar Allah dedikçe kıyamet kopmayacak buyuruyor Cenâbı Peygamber (sav). Cenâbı Hak onlara olan dostluğunu kolay kolay bitirmeyecek. Misal senin bir evin var ve sen de bu evi satmaya karar verdin. Ama bu evde bir kiracın var, o kiracı ile de iyi bir dostluğunuz var,  birbirinizle güzel sevişiyorsunuz, muhabbetiniz/arkadaşlığınız var. Dostluğundan geçip de ona çık diyemiyorsun. O oturduğu için, o içinde oturan arkadaşın hatırına, dostluğun hatırına,  evi de satmıyorsun, duruyor… Sen bunu yapıyorsun da hâşâ ve kella, Hazreti Allah’ın himmeti senden düşük mü? O dostlarının mekânını yıkar mı? Allah diyenler var oldukça; Allah için Allah diyenler, Allah ile beraber Allah diyenler var oldukça kıyamet kopmayacaktır buyuruyor Peygamberimiz (sav). 

Var gücümüzle uğraşıyoruz ki kıyameti koparalım. Ne kârımız olacak?.. Kâr yeri bizim için burası arkadaşlar. Dua edin Allah hayırlı uzun ömür versin hepimize de günahlarımızı, zararlarımızı temizleyelim. Bu borç yükü ile, bu gaflet yükü ile oraya gidersek işimiz zor. Ahiret çok güzel, ahiret ebedi ama bizim halimiz, orada bize ayrılan yer neresi orada, bu çok önemli. Misal biz şimdi Maşukiye’de oturanlara bakmayalım, gözümüzü onlara dikmeyelim. Onların villaları var, her birinin oturduğu yer sanki cennet bahçelerinden bir bahçe. Denize, Sapanca Gölü’ne nâzır mükemmel villaları var, oturuyorlar. Biz de hayal kurup onlara bakmak yerine, kendi yerimize bakmalıyız. Kendi oturduğumuz yer nasıl ahirette gideceğimiz yer nasıl, bu önemli… İmtihanımızı başarabilirsek dünya hayatı bizim için büyük bir avantaj. Yoksa kıyameti koparsak toprak bizim başımıza, işimiz zor o zaman… 

Bunun için terakki etmeliyiz arkadaşlar, yeri-mizde saymaktan vazgeçmeliyiz. Gaflet çukurundan çıkmaya çalışmalıyız, kendimizi bırakma- malıyız, ‘Ya işte bu kadar yapabiliyoruz’ deme-meliyiz. Daha iyisini, daha güzelini yapabiliriz. İstediğimizde dünyevi olarak çok güzel şeyler yapa- biliyoruz. Cehdettiğimizde, Allah’ın yardımı ile olmaz gibi görünen nice şeyleri yapabiliyoruz. Bu gücümüzü ahiret için kullansak güzel şeyler yaparız…

Hazreti Feridüddin Attar ticaretle uğraşıyor. İsmi üzerinde Attar, attariye işi yapıyor baharat ve saire satıyor. Mübareğin âdetiymiş biri bir şey getirse onun değerini düşürüp kül fiyatına alırmış; onu satarken de öyle yaldızlar, şişirir kaşıkçı elması gibi satarmış. Hazreti Hızır bir gün bunu imtihan için geliyor diyor ki,
- Bende bir baharat, bir ot var. Hz. Feridüddin bakıyor kıymetli bir şey. Diyor ki, 
- Bundan çok var, bu değersiz bir şey. Hızır,
- Sen bak, ederi neyse ver. Buna ihtiyacım var, diyor.
Hz. Feridüddin tartıyor, misal beş kilo gelmiş diyor ki,
- Bu on lira eder. Beş kilosu bir şey değil de sana acıdım da o yüzden bu on lirayı veriyorum. Hızır,
- Peki, diyor on lirayı alıp bir köşeye çekiliyor. Hazret, Hızır’ı gitti zannederken o sırada içeri bir müşteri daha geliyor. Müşteri diyor ki,
- Filan baharat var mı? 
- Var abla, yeni geldi. Bu baharat, bu şehirde buradan başka kimsede yok. Bende de yoktu şimdi bir derviş baba getirdi verdi. Bu baharat şöyle şifa böyle çare diyerek baharatı medhediyor. Müşteri diyor ki,
- Peki, bunun fiyatı ne kadar?
- Gramı on lira, diyor Feridüddin Attar... Beş kiloyu on liraya almıştı, şimdi gramı on lira diyor. Kadın,
- Peki, madem bu kadar çare veren bir baharat, buna ihtiyacım var almam lazım, diyor. Gramını on liraya satıyor. 
Hz. Hızır tezgâha yanaşıarak diyor ki: 
- Ey Feridüddin, beni de şu kavanoza koysana. 
- Niye? diyor Hazret.
- Yahu demin benden aldığın o adi, hiçbir işe yaramayan baharat o kavanoza girdi nasıl bir kimya oldu ki gramı on liraya çıktı. Beni de o kavanoza koy da belki benim de şu perişanlığım değişir, Hakk’a yarar bir kul olurum. Şu gaflet halim, şu huzursuzluğum biter de adam olurum, diyor Hz. Hızır. 
Feridüddin Attar bakıyor ki bu kimya başka bir kimya. Kendisinin sattığı kimyalara benzemiyor. Dükkânının kapısını açıyor başlıyor bağırmaya: “Ey ümmeti Muhammed! Dükkân yağmadır, gelin…” Dükkânda bir şey bırakmıyor. Hızır’a:
- Oldu mu, tamam mı? diyor. Hızır,
- Gönül dükkânını yağmalatmadan olmaz, diyor. 
Feridüddin Attar,
- Onu da sen yapacaksın, diyor. 
- Öyleyse üstündekileri de çıkar, diyor Hızır.

Affedersiniz bir don bir gömlek Hoca-ı Hızır’a takılıyor devam ediyor. Hızır onu irşad ediyor, zamanın büyüklerinden oluyor Hazreti Feridüddin Attar. Öyle bir kimya oluyor ki nice insanın derdine çare oluyor ve hâlâ da çare olmaya devam ediyor eserleriyle. Tavsiye ederim Tezkîretu’l-Evliya’sını, Mantıku’t-Tayr diye felsefeye dair bir eseri vardır okuyun. Kimyası devam ediyor… 

Biz de Feridüddin gibi gönlümüzü yağmalatamazsak gerçek kimyaya erişemeyiz. İçerideki hava karışık olursa ve yardım istemezsek hiç bilmediğimiz bir konuda nasıl başarılı olacağımızı düşünüyoruz ki? Biz daha evvel Allah’ı gördük mü? Hayır… Ahireti gördük mü? Hayır… Gerçekten, tam olarak inancımız bütünleşmiş mi? Hayır… Bütünleşse her şeyi terk ederiz. Nasıl ki kedi farenin delikte olduğunu bilirse gözünü oradan ayırmaz, eğer biz de ahirete gerçekten inansak oraya kilitleniriz. Gönlümüzü rıza eşiğinden, lika eşiğinden ayıramayız. Hiçbir şey bize cazip gelmez. Hasta bir adamı düşünün, pirzola getirsen lezzet almaz, takâti yoktur ki yesin, iştahı çekmez… Aç bir adam da pirzola istemez. Ama eğer gerçekten açsa kuru ekmeği ver, öyle bir yer ki... 

Biz eğer ahiretin hastası olsak ahirete aç olsak dünya nimetlerinin hiçbiri bize cazip gelmez. Hiçbirine meyletmeyiz. Hz. Feridüddin gibi ‘yağma’ diye bağırırız. Alvarlı Efe Hazretleri buyurmuş:

Yağmaya versen varımı
Namus u kibr u ârımı
Her gün görsem dîdarını
N’olur ya Rab, N’olur ya Rab…

Bütün varlığımı, hem zahirde hem batında benliğimi de yağmalatsan ya Rab!.. O’nun yağmalama usulleri çok farklı. Diler seni rezil eder. Yaşadığın toplum içinde seni kepaze eder, milletin ayağına paspas eder. Servet u sâmânını elinden alıp bir dilim ekmeğe muhtaç eder. İzzetini, şerefini iki paralık eder. Tükürttürür insanlığı sana. Var mı yiğitliğin ki bunlara sabredip ‘eyvallah’ diyesin?.. 

Bir türkü var da benim hoşuma gidiyor:

Ana sana, baba sana, yar bana…
Elma sana, ayva sana, nar bana…

Sen de ‘Yar bana’ diyebilecek misin? Her şey, kim istiyorsa onların olsun. Yar bana… Hak yağmalattırır, neticede Kendini sana verir... Sabredersen, tahammül gösterebilirsen, meyletmezsen, iştahın onları çekmezse yar sana olur o zaman... Ayvaya, elmaya sulanırsan hiçbir şeyin olmaz.  

Efe Hazretleri  ‘Varını yağmaya versen’ diyor. Bu mânâda bütün benliğimden alsan; ‘Namus u kibr u arımı alsan’ yani gururumdan, kibrimden, her şeyimden beni soyundursan ama bir şeyi bana versen: Seni görsem… Bütün bunlara razıyım, Sen’siz yaşamaya razı değilim. Seni görsem ya Rab! Sana ait olsam ve Sana ait olduğumu bilsem… Ne olur ki? Senin neyin eksilir ki? Mülkünden ne kaybolur ki?...

Allah’a ait olmak, Allah için olmak, gözünü, gönlünü O’ndan ayırmamak, O’na karşı nefsini kayırmamak… İşte o zaman değil sadece namazın, her anın Mirac olur arkadaş.  
Penc vakt fi’s-salâti zahirun
Aşıkanda fi’s-salâti daimun…

O zaman senin bu aşk halinle her anın her vaktin namaz… Sürekli namazdasın sen. Namazın tükenmek bilmez senin, ayrılamazsın, geri gelemezsin oradan… 

Çocukluğumuzda büyüklere inancımız, muhabbetimiz artsın diye onların kerametlerinden bize bahsederlerdi. İşte adamın birisinin yanına bir pîr-i fâni, beyaz sarıklı, sakallı nurâni biri gelmiş. Onun elinden tutup ‘yum gözünü’ demiş.  Adam da yummuş. Sonra ‘aç gözünü’ deyince adam tekrar açmış. Ama açtığında Kâbe-i Muazzama’yı görmüş. O zat onu Mekke-i Mükerreme’ye götürmüş. Buna ‘tayyi mekân’ denilir. Mekân içinde mekân, zaman içinde zamanla, Hakk’ın kudretiyle bir anda bir yerden başka bir yere götürülme hadisesi. Şimdi bilim-kurgu filmlerinde gösterilen ışınlama gibi.  Çocukken böyle menkıbeler çok hoşumuza giderdi, dinlerdik. 

Bu anlatılanlar da bir nevi öyle. Masivaya karşı gözünü yum, Allah için gözünü/gönlünü aç, bambaşka bir âlemdesin, Kâbe’nin içindesin… Daha da ötesi, sen Kâbe’sin… Ama nerede gözünü kapatıp nerede açacaksın onu bilmen lazım. Zamansız gözünü açarsan, yarı gözünle masiva tarafına bakarsan bu iş olmaz. Gözünü yumdun mu tam yumacaksın, açtın mı da tam açacaksın... 

Allah bunu bize lütfetsin, kolaylaştırsın. Gerçekten Kendi yolunda, Kendi işlerini yapabilmek için yardım istemeyi, yardıma kavuşmayı ve muvaffak olmayı bize nasip etsin. Feridüddin Attar misali varlığımızı yağmalatabilmeyi, Allah yolunda feda edebilmeyi bize lütfeylesin. Mirac diye tarif edilen o zirveye ulaşabilmeyi hepimize lütfeylesin. 

*Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) İzmit’te yapmış olduğu bir sohbetten derlenmiştir.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR