İSLAM İNSANI TERBİYE ETMEK İÇİN VA’Z EDİLMİŞ BİR HAKİKATTİR - 1

Sual: Efendim, günümüzde Müslümanlar olarak bu kadar çok ortak noktamız olmasına rağmen, bu ortak noktaları değil de teferruatta kalan farklılıklarımızı ön plana çıkararak birbirimizle irtibat kuruyoruz. Aramızdaki muamelat, azami müştereklerimizle değil de asgari farklılıklarımızla gerçekleşiyor. Sizce bu hastalıklı yönümüzü nasıl tedavi edebiliriz?

Cevap: Evet, problemin başlıca kaynağı şu ki; herkes bir şey satmaya uğraşıyor da hiç kimse satın almak için bir gayret sarf etmiyor.

Biraz önce konuştuğumuz meselenin önemi de burada ortaya çıkıyor:Toplumda ‘Sekiz Esas’tan önce ‘Beş Esas’ bilinmeyince nice böyle sekiz esaslar da buna feda oluyor.

İslam mefkûresi, İslam’ın öngördüğü sosyal hayat, düşünce sistemi, tefekkür prensibi, muamele ve muaşerete dair hukuk bilinmeyince, teferruat zaten hiçten yok, toplum bir kaos içinde yaşıyor. Tabi hep ifade edilmeye çalışılıyor: İslam bir eğitim, bir terbiye sistemidir. İnsanı eğitmek/terbiye etmek, olgunlaştırmak, kazanmak için va’z edilmiş, lütfedilmiş bir hakikattir. Meselelerin bu yönleri anlaşılmadan bu işin özüne, derununa inmek mümkün değil. İnsanlar bu sefer yukarıdan hayal kurmaya başlıyorlar. Bugün,  cemaatler içinde Kutupluk, Ğavslık gibi mefhumlar çokça bahsedilir olmuş. Bu tip konular çok daha derinde olan meseleler. Bizim gibi insanların konuşması/bahsetmesi gereken şeyler değil. Eğer bunlar bu kadar işporta tezgâhına düşmüşse, bu kadar güncelleşmişse bir bit yeniği aramak lazım. Bu anlamda Allah yardımcımız olsun...

İnsanın kendiyle barışık olması önemli bir şey. Kendiyle barışık olan insan, toplumla da barışıktır. Kendine dürüst olan, kendini kandırmayan insan dışa karşı da dürüst olmak zorundadır ve dürüsttür. İnsanın kendi ile barışık olması içsel huzuru elde etmesi ile mümkündür. Kalbin huzurlu ve mutmain, dimağın/kafanın sakin olması gerekir. Dün akşam da sohbette zikredilmişti kalbin mutmain olması, ancak Allahu Teâlâ’ya safiyane/katkısız bir şekilde yapılan bir ibadetle olur. Bir ikincilik, bir üçüncülük, yani farklı gövdeler karıştırmadan safiyane Allah’a ibadetle kalp huzur bulur. Dimağ da tefekkürle, Hakk’ın san’atını incelemekle, o san’atın üstünde düşünmekle sakin olur. Hakk’ın san’atı, Hakk’ın sıfatlarıdır. Malum o sıfatlar Hakk’ın ne aynı, ne gayrıdır. Aynada görülen görüntü ne senden başkası ama ne de sen. Sen o değilsin, senin görüntün. Hakk’ın sıfatları da bunun gibidir. Anlaşılsın diye bu ifadeleri kullanacağım Rabbimi tenzih ederim, sıfatları, Kâinat aynasında Cenâbı Hakk’ın değişik nakışlarda, değişik renklerde, tonlarda yansımasıdır. 

Bakıyoruz misal güneş birdir. Aynı güneş toprağa vurduğunda onu taba rengine dönüştürüyor. Doğaya doğduğunda yeşil oluyor. Denize/suya vurduğunda mavimsi bir camgöbeği rengi alıyor. Gökyüzüne aksettiğinde farklı bir ton mavi şeklinde oluyor... Bütün bunlar güneşin rengidir. Bunların hakikatte, asliyette hepsi renksizdir. Yani kendilerine özgün bir renkleri yoktur. Çünkü misal su/deniz gündüz yeşilimsi görünürken, gece baktığında siyah görünüyor. Farklı bir renkte görünüyor.  Bunların hepsi renksizdir. Güneşin bunlara yansıması/teması ile güneşten kendilerine münasip bir renkle renkleniyorlar. Cenâbı Hakk’ın Zâtı da böyle… La teşbih ve la temsil, Cenâbı Hak güneş gibi insana, farklı mahlûkata, kâinata yani canlı cansız cisimlere tecelli ettikçe, farklı sıfatlar ortaya çıkıyor. Misal Cenâbı Hak bir doktora “Hay” sıfatıyla tecelli ediyor. İnsanlar onun marifetiyle, maharetiyle hayat buluyor. Hayat veren Allah’tır. Cenâbı Hak “Hay” sıfatıyla  veya “Şâfî” sıfatıyla doktordan tecelli ediyor, hasta şifa buluyor. Cenâbı Hak bir fırıncıda, “Rezzak” sıfatıyla tecelli ediyor, fırıncının elinden rızık çıkıyor. Onun elinden ekmek geliyor, ekmek yapmayı beceriyor. Misal bir devlet büyüğüne “el-Adl” sıfatıyla tecelli ediyor. O kişi de adaleti uyguluyor. Anneye “Rahim” ve “Rahman” sıfatlarıyla tecelli ediyor, anne evlatlarına şefkat, sevgi gösteriyor, bağrına basıyor... Bunların hepsi Cenâbı Hakk’ın tecellileri. Cenâbı Hakk’ın işleri... 

Güneş misali farklı cisimlere vurdukça, farklı kırılmalar, yansımalar oluyor. İnsan aklı ile Hakk’ın bu farklı yansımalarını, tecellilerini düşünerek aklını huzura kavuşturur, şüpheden kurtarır. Kalbini de ibadetle, itaatle vesveseden kurtarır. 

Kafada şüphe yok, gönülde vesvese yok, kalp de mutmain olunca insan Allah’a teslim olur. Ve samimiyetle, gerçekten inanarak “La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah” diyebilir. Zaten insan bunu samimiyet üzere her söylediğinde gönlünde çok farklı hikmet pınarları fışkırır. “Allah’tan başka ilah yoktur.” derken  o insan adeta, ‘Ya Rabbi! Benim Sen’den başkasına ihtiyacım yoktur, Sen’den başkasıyla, manevi olarak, bir alışverişim yoktur.’ diyor. Yoksa toplumsal hayatta insanlar birbirine muhtaçtır. Misal şimdi buraya gelmişiz, kardeşlerimiz hizmet ediyorlar. Demek ki birbirimize muhtacız. Yani biz bu evde misafiriz, ihtiyaçlarımızı içeriden kendimiz gidip alamayız. Bu ihtiyaçları burada mukim olan birisinin getirmesi lazım. Bu noktada ihtiyaç var ama bunu yaptıran; kalbe misafir sevgisini, ikram arzusunu, cömertlik duygusunu veren Hz. Allah. Öyle ise bu ikram Allah’ın ikramı. Cenâbı Hak bu ikramı ulaştırmak için vesileler yaratıyor. Sebepler zincirini tesbih gibi birbirine bağlıyor. Sebepleri birbiriyle alakalandırıyor. Ama temelde edip eyleyen O… Biz sebepleri gördüğümüz için “Sebebe teşekkür etmeyen müsebbibe de şükretmiş olmaz.” buyruluyor. Biz bu hizmeti yapan arkadaşlarımıza teşekkür etmesek, onlara karşı bir minnetimiz olmasa Allah’a da şükretmiş olmayız. Yani tesbihini alıp otursan ‘Elhamdülillah Ya Rabbi! Bana böyle nimetler ikram ettin  sana zerreler adedince şükürler olsun.’ desen güzel ama bir sefer de arkadaşına ‘Sana da teşekkürler olsun.’ de. Bu kadar zahmet çekti, yoruldu, getirdi, götürdü. Yaptığın o binlerce şükrünü Cenâbı Hak es geçiyor. Ve buyuruyor ki; “Buna vesile olanlara da teşekkür et.” Meseleyi böyle anlamak şirk değil. Bunu böyle anlamamak -özür dilerim- kabalık, taassup, tutuculuk, insaniyetten, insanlık duygularından mahrumiyettir. Bundan Cenâbı Hak da razı değil. Kendisi de ayeti kerimede buyuruyor ki: “Allah’a şükrettiğin gibi ebeveynine de annene, babana da şükret…” Niye? Senin dünyaya gelmene onlar sebep olmuşlar. Onlar birbirlerini sevmişler, hayatlarını birleştirmişler, bir zürriyet yetiştirmeye niyet etmişler seni kazanmışlar. Yememişler yedirmişler, giymemişler giydirmişler, senin için uykusuz kalmışlar.  Kendilerine noksanlık yapıp sana harcamışlar… Bunlar hep teşekküre, şükre değer şeyler.  Cenâbı Hak seni nasıl yoktan var ettiyse, bir nevi onlar da seni, tabiri caizse, yoktan var ettiler. Sen yoktun seni dünyaya getirdiler. Büyütüp beslediler, yetiştirdiler, kemal buldun. Bunun karşılığını onlara ver. 

Bu Cenâbı Hakk’ın kurduğu bir düzen. İşte bu yüzden insan her elde ettiğinin karşılığını vermeli. Bu nimetse, bir güzellik, bir faideyse şükretmeli, bunun karşılığı şükür. Bir masiyetse, bir gaflet, bir günahsa onun karşılığı istiğfar, tevbe, gözyaşı, pişmanlık, nedamet. Onun da bir ücreti var, insan karşılığını vermeli. Karşılığını verdiği şey ancak kendisine mülk olur. 

Hayrın, güzelliğin, nimetin karşılığında şükredici oluyorsan o nimet sana kalıyor. Yani onun faidesi sana kalıyor. Nimetin zahiri bir posaya dönüşüyor. Misal bir böreği düşünün. Bu bir nimet bunu yediğinde senin vücudunda bir enerji bırakıyor, kuvvet oluyor, sıhhat oluyor, şifa oluyor. Asıl nimet bunlar. Yoksa unu, nişastası, yağı, tuzu vücuttan çıkıyor. Nimet olarak sana kalan, bütün olarak düşünürsek, ondan elde ettiğin enerji. Sen o enerji ile hem ibadete güç buluyor, Allah’a kulluk yapıyorsun hem de dünya maişetini devam ettirmek için kuvvet/sıhhat buluyorsun. Her iki tarafı da o nimet sayesinde yürütebiliyorsun. 

Bir gün Cenâbı Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Mescidi Saadet’e geldiklerinde hiç uyumadan sabaha kadar ibadet eden bir sahabîyi görüyorlar. Efendimiz o sahabîyi dinlediklerinde uykusuzluktan dolayı, ezberinden okuduğu Kur’ân’ın bazı kelimelerini karıştırdığını farkediyorlar. Kafa bulanmış, karışmış bazı ayetleri yanlış okuyor, bazı kelimeleri farklı anlamlara gelecek şekilde söylüyor. Ve Cenâbı Peygamber  (sallallahu aleyhi ve sellem) ona buyuruyor ki: “Gecenin bir miktarını uyu ki daha güzel zikredesin. Daha huzurlu, daha düzenli, daha doğru ibadet edesin. Uykusuz kalınca yanlış yapıyorsun. Aklın karışıyor. Beden yoruluyor, takatsiz düşüyorsun.” Burada uyku da bir nimet, ibadet etmek için uyumak gerekiyor. Bu yüzden Cenâbı Hak,  ayeti kerimede Efendimiz’e teheccüdü emrederken, gecenin bir bölümünü istirahat et, buyuruyor. Hep ibadet et buyurmuyor. Gecenin bir bölümünü istirahat et. Üçte ikisini istirahatla geçir. Üçte birinde Cenâbı Hakk’a ibadet et. Hakk’ı tesbih et, tenzih et, zikret… İbadetle geçir. Ama üçte ikisi vücudun hakkı, ailenin hakkı, çoluk çocuğun hakkı... 

Bizim nimet diye gördüğümüz şeylerin asıl kalan kısmı nimet. Bunun karşılığı da şükür... Bu sana şükürle mülk oluyor. 

Günah da, ücretini verdiğinde Cenâbı Hak onu sevaba dönüştürüyor. Misal şaraba tuz attığında sirke oluyor. Haram olan bir madde, haram olan bir içecek, içine üç beş tane tuz attığında helale dönüşüyor. Ve sünnet bir içecek oluyor. Sirkeyi çok tavsiye ediyor Cenâbı Peygamber. Evlerde özellikle bulunmasını tavsiye ediyor. Ve sirke olan, sirke kokusu olan evlere cin taifesi pek sokulmaz, gelmez. Bunun için bayanlara da tembih edin, evde temizlik yaparken silme suyuna binbir türlü deterjan katıyorlar. O silme kovasına bir yemek kaşığı, yarım çay bardağı da sirke katsınlar, evde cinlerden eser kalmaz Allah’ın izniyle. Büyüden, sihirden, nazardan, gözden temizler. Sirkenin üstünde bu kadar durulmuş. İçmesi de faideli. Allah Resûlü çoğu zaman sirkeye ekmek doğrar yerlermiş. Bayat ekmekleri bir nevi tirit gibi sirkeye doğrar yerlermiş. Bu meselenin farklı bir yönü. 

Şarap tuzla sirkeye dönüyor. Haram bir nesne iken helalleşiyor. Tevbe de böyle... Şarap gibi olan günahı, tevbe sirkeleştiriyor ve sevaba dönüştürüyor. Furkan Suresi’nde   Cenâbı Hak buyuruyor: “Kim tevbe ederek, samimiyetle, ihlâs ile gerçekten pişmanlık duyarak, iman ederse; yani Allah’a teslim olursa, affını umarak tevbe edip Allah’a teslim olur, güzel işler yapmaya gayret ederse Allah onların günahlarını iyiliklere tebdil eder.” Yani şarabı sirkeye dönüştürmüş olur. 

Bu işler dini olabilir dünyevi olabilir. Güzel işlerde din ve dünya ayrımı yoktur. İnsanın ihlâslı namaz kılması, huzurlu namaz kılması ne ise, dürüst ticaret yapması da aynıdır. Zaten ticareti dürüst değilse namazı da ihlâslı olmaz. Kimseyi kandırmasın o adam. Ticareti dürüst değilse, muamelesi dürüst değilse ibadeti de dürüst değildir. 

Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de kastettiği ameli salih, hem dini ibadetlerde öze inebilme hem dünyevi ibadetlerde emredilen ölçüyü muhafaza edebilme, bu ölçüye göre hareket edebilmedir. Salih amel buna deniliyor. Adam dünyada kafasına göre yaşayacak, uhrevi ibadetlerinde samimiyet arayacak veya samimi görünmeye çalışacak. Özür dilerim bu yalancılıktır. İkisi dengede olmalı. Dünya ve ahiret rıza dengesinde olmalı. 

Allah’ın rızası sadece ahiretle kazanılmıyor. Dünya hayatı da önemli. Çünkü biz ahirette, dünyada yapıp ettiklerimizden dolayı muhasebe ediliyoruz. Dünyadaki yaşantımızdan dolayı, ahirette hesaba çekiliyoruz...

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR