MUHAMMEDÎ BAKIŞ DEĞİL, MUHAMMED’E (S.A.V) BAKIŞ

Sual: Efendim, sizden dinlediğimiz, öğrendiğimiz sünnet anlayışına göre, Müslümanların -sizin tabirinizle- “gardırop Müslümanı” olmasını istemiyorsunuz. Yani sadece dış görüntüsü itibariyle sakallı, şalvarlı olup sünneti içine sindiremeyen, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkını hayatına tatbik edemeyen kişilerin “ham/cahil sofu” olduğunu buyuruyorsunuz. Bununla birlikte her özün kendisini dış cereyanlardan muhafaza edecek bir kabuğa ihtiyacı olduğunu, durumu, konumu müsait olan Müslümanların da ellerinden geldiği kadar bu dış örtüye bürünmeleri gerektiğini ve bu bağlamda bir sünnetin Efendimiz kadar önemli olduğunu, buyruyorsunuz. 

Cevap: Bununla birlikte geçtiğimiz günlerde katıldığımız, imamlara yönelik yapılan seminerde bir ilahiyat profesörü, sünnet mevzusu üzerine  yaptığı bir konuşmada: “Sünnet derken hemen sakalı anlamayın, günümüzde bunların yerine, bunlardan ziyade, daha önemli sünnetler var. Sünnet Muhammedî bakıştır...” dedi. Bu söz uygun mudur, nasıl anlaşılması gerekir? 
Cevap: Bu ifade çok kapsayıcı bir ifade. Ama böyle bir ifadeyi sadece sünnet çerçevesine indirgemek yanlış olur. Şöyle yanlış olur; bu ifade İslâm’ın tamamını kapsar. Yani böyle bakabilen zaten Müslümandır. Hz. Muhammed’in zaviyesinden hadiseleri değerlendirebilen, O’nun gözüyle hadiselere bakabilen Müslümandır.

Misal, bu evin camından, penceresinden baktığınızda içeride ne görebilirsiniz? Bu evin halkını görürsünüz. Pencere bu eve ait, içeriye baktığınızda bu evin halkını görürsünüz. Eğer sünnet, Muhammedî bir pencereden bakışsa bu pencereden baktığımızda Muhammed’i görmek zorundayız. Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) gördüğümüzde; O sakallıydı, O cübbeliydi…

O pencere inancın, inançtan gelen, inancı besleyen sevginin penceresidir. Sünnet, o pencereden bakıldığında içeride görülecek olandır. İslâmı bir yapı gibi düşünürsek sünnet, o yapının içindeki ahâlidir. O yapının halkıdır. Bu da ya fiildir, ya ahlâktır, ya surettir, ya sirettir… Bunları başka bir şekilde izah etmek mümkün değil. Öyle ise bunları böyle sınıflandırıp yani sünneti kategorize edip; “Bazılarının miadı dolmuştur, bu grubu tasfiye edelim.” diyebileceğimiz bir şey olmamalı. Muhammedî anlayışla bakacaksak hadiseye, sakalın da, cübbenin de önemi vardır. Belki birebir, iman noktasında illâ böyle olmalı diyemeyiz. Bu çok iddialı olmak olur. Ama meselede eğer iman kadar sevgi de önemli ise, inanç kadar sevmek de önemli ise o zaman O’nun sakalı, O’nun cübbesi, O’nun sarığı, O’nun misvağı, O’nun esansı… en az O’nun kadar önem arz etmeli bizim için. 

Cenâbı Peygamber bir gün dışarıda iken yerde rüzgârın dolandırdığı bir kâğıt görüyor. Sahabiden birine soruyor: “O nedir, o kâğıtta ne var, ne yazıyor?” Sahabi eğilip onu alıyor ve bakıyor. Kâğıdın üzerinde –Allahu âlem- Besmele-i Şerif yazdığını söylüyor Efendimiz’e. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tatlı bir şekilde celalleniyor ve “Allah’ın ism-i şerifini yazıp sonra o kâğıdı yerlere atanlara, bunu hakaret makamına düşürenlere Allah lanet etsin.” buyuruyor. Onları tel’in ediyor, lanetliyor.  Allah’ın isminden dolayı daha doğrusu Allah’tan dolayı, Sultanu’l-Enbiya bir kâğıda hürmet ediyor. Kâğıdın yerde kalmasını istemiyor ve ona hakaret edenleri tel’in ediyor. 

O zaviyeden bakış bize bunu göstermeli. Hz. Muhammed’in bakışı bu Aleyhi’s-Selâtu Ve’s-Selâm. O’nun Allah’a bakışı… İşte biz Hz. Muhammed’e aynı noktadan bakmak zorundayız. İslâm bunu gerektiriyor. O üzerine Besmele’nin yazıldığı kâğıt kadar, Hz. Muhammed’in lihye-i şerifi bizim için kıymet arz etmeli. 

Bunu şimdi biz örseleme, öteleme adına, “Sünnet bu değil, sünnet şu değil.” diyoruz peki, sünnet ne yahu? Bunu biz de kabul ediyoruz, müstakilen, yani Hz. Muhammed’in risaletini, nübüvvetini, kıymetini anlayamaksızın sakalı öne çıkarmak hiçbir şey değil. Tüyden ibarettir. Ama O’na ait bir şeyi de sürekli O’ndan ayırmaya çalışmak ve risaleti farklı, sakalı farklı göstermeye çalışmak; nübüvvet libasını ayrı, bu Allah’ın giydirdiği bir libastır, Nebi’nin giydiği libası ayrı düşünmek Nebi’yi anlamamaktır. Resûl’ü anlamamaktır. O risalet libasının üstüne Resûl, kendi libasını, cübbesini giymiştir. Ve o olduğu şekliyle, tabiri caizse o giyinik hâli ile, Hz. Allah buyurmuştur ki; “O’na uyun.” O’nu örnek göstermiştir. Kur’ân’da böyle bir ayrım var mı, Resûl’ün risalet libasını alın da kendi giydiği libası almayın? Hayır. 

Şakku’l-Kamer hadisesini düşünün... İşaretiyle ayı ikiye bölüyor. Burada sizce önemli olan ne? Ayın ikiye bölünüşü mü, yoksa o ayı ikiye bölen parmak mı? O parmağa yüklenen kudret, enerji… Bu iki şık hakkında biz tercihte bulunabilir miyiz? Allah’ın kudreti sonsuzdur, ayı çok farklı şekillerde de ikiye bölebilirdi Cenâbı Hak ama onun vesilesi, O Habib’in kutlu parmağı olmuş. Sen şimdi bu parmağı küçümse, ayın ikiye bölünüşünü yüceltebildiğin kadar yücelt. Nasıl bir mantık yahu? Böyle olmaz. 

Bunu biz de diyoruz; müstakilen, münferiden, sünnet bildiğimiz hiçbir şey tek başına Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) değildir. O’nun insanlığa vermek istediği mesajla mukayese ettiğimizde bunlar bir şey değil. Ama bir mevzuyu anlamak için o mevzuda ana konu başlıkları, paragraf başları ne kadar önemli ise satır araları da o kadar önem arz eder. O satır aralarını atlarsanız mevzuyu anlayamazsınız. Sırf konu başlıklarıyla mevzunun geneline vakıf olamazsınız. Madem ki risalet dinde başlı başına bir konu başlığı, ana başlıktır; bu tip sünnetler, hangisi olursa olsun, risaletin satır aralarıdır. Bunları okumadan geçemeyiz. Bir yazıyı okurken bir virgülü atlasan birleştirsen, mevzu farklı anlam ifade edebilir. Mevzunun seyri değişir. Öyleyse bunu yapmaya hakkımız yok diye düşünüyorum. Hz. Muhammed’i (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) anlatmak adına, -hâşâ- O’nun ruhaniyetinden, O’nun şahsiyetinden, binler kez özür dilerim, Allah’a sığınırım, O’nu yolunmuş bir tavuk gibi insanlığın önüne sunmaya çalışırsak risaleti, nübüvveti ne anlamış oluruz ne de böyle anlatabiliriz. 

Sünnet sadece sakal değil, derken derdin ne? Niye böyle söylüyorsun? Sakaldan veya sakallılardan ne zarar gördün? Veya bu anlamda sakalsızlardan ne tür bir faide gördünüz? Sakal neye engel? Şimdi sen bir ilahiyat profesörü olarak; “Sünnet sakal değil.” dersen, bir edebiyat profesörü de çıkar der ki; “Din sadece namaz değil.” Ona o hakkı vermiş olursun. Sen erkeğin yüzünü kazır, hayâ perdesini yırtarsan, o da kadının başını açar, hayâ perdesini yırtar. “Örtü teferruattır, imandan değil.” der. Şu ayeti kerime sanki buralara hep ışık tutuyor; “Siz onların putlarına sövmeyin ki onlar da sizin ilâhınıza sövmesinler.” Biz konuşmalarımıza dikkat etmek durumundayız. Biz bizim sakalımızı onların eline vermemeliyiz. Vermemeliyiz ki bizden başka şeylerimizi de almasınlar. 

İslâm âdeta belli ana hükümleri, farizaları koruyabilmek adına sünnetleri, vacibleri şiarlaştırmıştır. Âdeta onları farzların, ahkâmın etrafına kale yapmıştır. Meseleye böyle bakmak zorundayız. İşte bugün için de sakal, belki bir sünnettir, -hâşâ- bunu basitleştirmek adına söylemiyorum, ama bir şiardır. İslâm’ın şiarıdır, Müslümanın kimliğidir. Benzeşmeyi engelleyen bir unsurdur. “Onlara muhalefet edin.” buyurmuştur Cenâbı Paygamber. Bu muhalefeti nasıl anlamalıyız? Bunun altını çok kalın çizgilerle çizmek zorundayız ki bunu herkes görebilsin. 

“Hâlifu’l-müşrikîn-Onlara muhalefet edin.” Muhalefetin kapsamı nasıl olmalı? O sünnet değil, bu sünnet değil; o furuat, bu teferruat; bu asıl değil… Asıl olan ne yahu, diye sorduğunda “Allah vardır, birdir” diyorlar. Bu zaten böyle. Bunu senin söylemene gerek yok ki. Allah sen var dediğin için var, sen bir dediğin için bir değil hâşâ. Onu söylemekle nereye varmak istiyorsun? Sözde ana mesele bu. Ana mesele Allah’ın varlığı, birliği. Bugün hemen hemen yeryüzünde artık çok tanrılı dinler diye bir şey kalmadı. Bütün totemler tek tanrılı dine inanıyorlar…

Misal, şu masayı tutan bir cıvatayı gevşetsen bu masa oynamaya başlar. Oynadıkça da sen oynatırsın, ben oynatırım, öbürü oynatır, o cıvata düşer. Masanın dengesi bozulur. Zaman içinde öbür cıvataları da düşer. İslâm’ın biz bu anlamda belki tamamını yaşayamıyoruz, Rabbim yardımcımız olsun, ama en azından müdafaa ve muhafaza adına o bütünlüğü korumaya çalışalım. Niye illa sakalsız bir Muhammed’in hasretini çekiyoruz? Nereden bulaştı bu hastalık bize? Niye illa hep Peygamberimiz’i kravatlı hayal ediyoruz? Nasıl bu kanaate vardık? Nasıl bu zehebe saplandık? Takım elbiseli bir Peygamber. Ne kadar memnun olurduk öyle olsaydı. Kravat takan bir Peygamber. Herkesin boynuna asılıp sağa sola çekebileceği; yüzü tıraşlı, O’nun üzerinden bütün losyonlarımızı reklam yapabileceğimiz bir Peygamber. Bu hayal benliğimize nereden işledi? Niçin olduğu gibi kabullenemiyoruz, bu niye bize bu kadar zor geliyor? Hastalık buralarda…

Birine kırk gün deli deseniz, delirirmiş. Tıraş ola ola bu ruhumuza işledi yahu. Sakalsız bir Peygamber. Temelinde bunun bu arzu yatıyor. Evet, böyle bir tercih şansları olsa idi, buna emin olun, sakalsız bir Peygamber’i tercih ederlerdi. Peki, bu nasıl hakkı teslimdir, nasıl fıtrata dönme mücadelesidir? Bu hilkate müdahale, dolayısıyla gizli bir uluhiyyet arzusu değil mi? Allah O’nu öyle sevmiş, öyle yaratmış, öyle birini Peygamber kılmış. 

Eğer sakalsızlık muradı olsaydı o dönemde de sakalsızlar vardı, mecusiler sakallarını kesiyordu. Onlara nübüvvet verirdi Cenâbı Hak. “Efendim, sakal örftü, o günün örfüydü de Peygamber o yüzden sakallıydı.” Hayır, bunu da kabul etmemiz mümkün değil. Meşru olmayan bütün örfleri İslâm reddetmiştir. Onlar açısından bir şiar olsaydı sakal, İslâm onu da reddedip Hz. Peygamber’e kestirecekti sakalını. Hacda saçlarımızı kestirdiği, halkı/tıraşı emrettiği gibi, sakalınızı tıraş edin, buyurmadı. Saçınızı tıraş edin ama sakalınızı tıraş edin buyurmadı. 

Bunun temelinde yatan maraz Hz. Muhammed’in risaletiyle, Hz. Muhammed’in şahsiyyetini birleştirememek, bağdaştıramamak. Sıkıntı burada. Biz Hz. Muhammed’in risaletine iman ediyoruz ama şahsiyetine iman etmiyoruz. Şahsiyetini kabul etmiyoruz diyeceğim olmayacak. Problem burada. Hâlbuki o risalet o şahsiyetin üzerine bina edilmiştir. O şahsiyetteki mükemmelliğin üzerine bina edilmiştir. 

Bunu saptırmışlar gerçi de, sûfilerin bir anlayışı vardır, derler ki; “Resûllerin velayeti nübüvvetlerinden üstündür.” Bunu birileri anlatırken -kasıtlı- sûfiler diyor ki; “Velayet nübüvvetten üstündür.” şeklinde çarptırarak anlatıyor. Bektaşi misali, o kadar hafız değiliz. 

Sûfiler derler ki; “Evet, velayet nübüvvetten üstündür. Hangi velayet? Nebilerin velayetleri.” Çünkü onlar nebi olmadan önce veli idiler. Velayet sahibi idiler. O velayetlerinin üzerine nübüvvetleri inşa edildi. Nebi olduktan sonra veli olmadılar. Bu yüzden diyorum ki onların risaletleri, onların şahsiyetleri üzerine bina edilmiştir. Eğer o şahsiyetlerindeki kemalâtı, mükemmelliği anlayamazsak risaleti çok fazla anlayamayız. İşte o zaman ötesini berisini yolmaya başlarız, kuşa çeviririz. 

Bunu adam gibi izah etsinler, arkadaş sakallılarla zorunuz nedir? Sünnet sakal değildir, sünnet cübbe değildir. Ne yapmış bu cübbeliler size? 28 Şubat’ı cübbeliler mi yaptı. Cumhuriyeti sakallılar mı ilan etti, kurdu?.. 

Bir insanın kendi geçmişinden, asliyetinden, özünden, ecdadından, hocalarından, geçmiş ulemasından bu denli rahatsızlık hissetmesi bir kompleks, bir hastalık. Evet, bir rahatsızlık hissediyorlar. Afedersiniz aslını inkâr edene çingene derler. Asliyeti inkârdır bu. 

Hiç şöyle bir rüya bile anlatanı işittiniz mi... Misal, adam sıkıştığında, daraldığında, teselliye ihtiyaç duyduğunda, canı sıkkın, kalbi daralmış, başında bir sürü dertler olduğunda bir rüya görüyor. O rüya ona sanki bir kurtuluş reçetesi oluyor, bir yol açılıyor, ferahlıyor, rahatlıyor. Sorsan ona ne gördün; “Böyle beyaz veya yeşil sarıklı, beyaz sakallı nurani bir zât geldi...” Bu psikolojik bir hadisedir. İnsan kurtuluşu bile bu tip insanlarda ararken… Misal halkta Hızır telakkisi. Hızır’ı, ermişleri, evliyaları herkes sakallı, sarıklı olabilir diye tahayyül eder. Halkın heyulasında böyledir bunlar. Böyle kravatlı, sinekkaydı, takım elbiseli bir evliya, Hızır, pir anlayışı var mıdır insanlarda? Hiç rastlamamışız bugüne kadar, yok. Mesela savaşlarda halkın getirdiği götürdüğü, ne derece doğru bunlar tabi bilemiyoruz da, her savaşa getirmişler. Ama getirdikleri hep sarıklıdır, sakallıdır. Şu harpte sarıklılar, sakallılar geldi, bize yardım etti, diye anlatırlar. Kore’ye bile gitmiş mübarekler. Bu bir vakıadır. Kime yardım için gitmişlerse. 

Bütün bunları özetle toparladığımızda o profesöre sormak lazım hangi toplumda yaşıyorsun, hangi zamanda, nerede yaşıyorsun sen? Sen bu toplumla iç içe değil misin? Bu toplumun bu anlamdaki meşru değerleri, senin değerlerin değil mi? Sen niye değerlerine bu kadar yabancı oldun?

Arada parazit çıkaran, bahsedilen fikirli kişiler, bunlar var güçleriyle halkı bozmak istemişler. Suyu bırak, yatağına ulaşır, halkı tabii haline bıraksalar, halk aslını bulacak. Ecdadını bulacak, ceddini bulacak, tasavvufu bulacak. 

“Sünnet sırf sakal mı, ibadet sırf namaz mı, farz sırf örtü mü?..” Bunlar saçma sapan fikirler, nasıl sözler bunlar, nedir bunlar?.. Yuvarlak bir kelime, “Muhammedî bir bakış.” Nedir o Muhammedî bakış, nereyi gösteriyor, ne görünüyor o bakışın içinde? Kimdir Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) nasıl biridir, nasıl bir şahsiyettir? Özellikleri, sıfatları, ahlâkı, karakteri, kişiliği, tavrı… Onu anlat. Bir sakız veriyorlar milletin ağzına çiğneyin durun; “Hz. Muhammed (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) gibi bakabilmek”. O bütün kâinata bakmış. O’na Allah adeta mercek bir göz vermiş. O bütün kâinata bakmış. O’nun gibi sen her şeye bakabilir misin?

Allah bize “Muhammedî bir bakış” emretmiyor. “Muhammed’e bakışı” emrediyor. Siz O’na bakın, buyuruyor. Muhammedî bakış oldu mu, kendimizi Muhammed’in yerine koyuyoruz bu sefer, oradan konuşuyoruz...

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR