MÜ’MİN HAKK’IN HİKMET AYNASIDIR - 2

Türkiye’de üç çeşit din oluşmaktadır: Bir, halkın dini. Halkın inandığı, bildiği babalar dedeler dini var. Filan baba, filan dede türbe Tuz baba Tezveren baba, Tezgelen baba, Uçanbaba kaçanbaba, araba anahtarını sürenler, oraya kalem atanlar anahtar bırakanlar. Allah’tan beklenilmesi gereken ve Allah’ın üzerine aldığı, kefil olduğu şeyleri tuzbabadan, tellibabadan, tezverenbabadan vs. babalardan dedelerden bekler olmuşuz. Mafya dini gibi bir din olmuş bu. Bu dinin ukubatu yok, bu dinin muamelatı yok. Bu dinin muaşereti yok. Yok derken bilinmiyor. Bu din tamamen hümanizme bürünmüş, hümanistleşitirilmiş. Hümanist bir anlayış var bu dinde böyle bir din lanse edilmiş.

İkinci din sistemin dini. Türkiye’de sistemin de bir dini var. Seksen senedir halka dayatmaya çalıştığı, halkı inandırmaya çalıştığı ideolojik bir din var. Sistem bu dinin kendine göre ileri karakollarını ayarlamış, hazırlamış, altyapısını oluşturmuş. Bu dini de anlıyorsunuz yani resmi bir din anlayışı. Bu din anlayışından İslam adı altında, kendine müslüman diyerek her türlü oluşumun içinde bulunabilirsin. Bunlar Müslüman olmana engel değil. Her çeşit ideolojinin, fikriyatın, cereyanın temsilcisi/savunucusu olabilirsin, sorun yok.

Üçüncü din anlayışı yeni yeni gelişmekte olan tehabbuya, tetebbuya, teharriye dayanan sevgiye, araştırmaya, incelemeye, kaynaklara inmeye dayanan Kur’ân’ın evrensel mesajı ve Allah Rasulü’nün sünneti… Bu azınlıkta bu daha yeni yeni olgunlaşmaya başlıyor böyle bir din anlayışı. Bu anlayış elhamdülillah gençlerden neşv ü nema buluyor, yayılacak inşallah.

Bu din anlayışını da kullanmak isteyenler var. Bu hareketin de vartaları var, bazı uçları açık. O açık uçlardan sızmalar olabiliyor, bunları da başka bir derste inşaallah müzakere etmeye çalışırız. 

Şimdi bu üç din anlayışı Türkiye’de çatışıyor. Genel anlamda baktığımızda kimse o çocukluktan getirdiği inancın üzerine bir artı koyamıyor. Dedik ya bir yanlış bir eğitim verilmişti, Neydi o yanlış? İslam beş şarttan ibaret demişlerdi bize. İslamı böyle anlattılar. Arkadaşlar şart demek bir şeyin tamamı demektir. Onu kuşatan şeyler demektir. Bir şeyi şartlandırdınız mı ona başka bir şey ilave edemezsiniz. Başka bir şey ilave edilmesin diye zaten bu anlayışı yaygınlaştırdılar. Hâlbuki Cenâbı Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) hadisi buyururlarken “İslam beş temel üzerine bina edilmiştir.” buyuruyor, beş şart üzerine demiyor. Beş temel esas diyor. Temel esaslar farklıdır. Temel esasları tâli esaslarla destekleyebilirsiniz. Değişik tadilatlar yapabilirsiniz, genişleme yapabilirisiniz,  üste doğru çıkabilirsiniz. Bir mimari yapıyı düşünün ana kolonları bellidir. Temeli sağlamsa bu binanın duvarları vardır, kirişleri vardır, çatısı var boyası badanası var. İçinde oturulabilecek hale getirmek için birçok çaba/gayret/çalışma kabul edebilir. Ama şarta bir şey sokamazsınız. 

Öyle kabul etsek bile, gelelim bu beş şarta… İslam beş şarttan ibarettir, tamam. İslam’ın birinci şartı nedir? Şahadet… Şahadet ne, şahitlik etmek. Neye şahitlik ediyoruz? Kelimesi eşhedüenla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasülühü… Eşhedüenla ilahe illallah derken ne dediğimizi biliyor muyuz? Şahid olabilmem için o meseleyi enine boyuna, her şeyiyle bilmem lazım. Neye şahadet ediyorum ben “enla ilahe illallah” Allah’tan başka bir ilah yoktur. Amentübillah. Peki ilah derken neyi kastediyorum ben. İlahın özellikleri, onu ilah yapan sıfatlar nelerdir, bunları biliyor muyum? Uluhiyyet bir sıfattır, Allah sıfat değildir arkadaşlar. Allah ismi, kelimesi bir sıfat değildir. Bu ism-i hastır, ism-i zattır. Uluhiyyetin kendisi de bir sıfat, o sıfatı güçlendiren, destekleyen, kuvvetlendiren sıfatlar var. Bunları bilmek zorundayız ki o ilahın uluhiyyetine vahdaniyetine rububiyyetine melikiyyetine şahitlik edebileyim. Bilmediğim bir şeye nasıl şahitlik edeceğim? İlah kelimesinin dahi karşılığını bilmiyorum ama ben şahitlik ediyorum. Şimdiki bu mimsiz hukuka göre düşünün, ne denir buna? Yalancı şahitlik… Bu şahadeti mahkeme reddetmez mi? Böyle birini gidip getirsen davadan hiç haberi yok, meseleler nasıl olmuş bitmiş o meselelere müdahil olan hiç kimseyi tanımıyor bir şey bilmiyor şahit diye biri tutmuş getirmiş. Ne düşünülür bunun hakkında? Hukuka göre bu insan yalancı şahitlikten, mahkemeyi meşgul etmekten ceza bile alır.  

Beş şartın birincisi şahadetti gitti. Şartı bozduk. Beş şartın ikincisi ney idi? Namaz kılmak. Türkiyemiz’de yetmiş milyon insanın kaçta kaçı namaz kılıyor. Bu şart, Müslümanlar tarafından, nasıl yerine getiriliyor, bu takip ediliyor mu? Namaz var mı? İnsanlığın ekserisinde yok. Müslümanların bile birçoğunda yok. İslamcı olanların bile – bu islamcı kelimesi de çok farklı bir kelime, benim de tasvip ettiğim bir kelime değil, bugün böyle isimlendirildikleri için ben böyle söylüyorum.- islamcı olduğunu söyleyen insanlara bakın kaçta kaçın da namaz düzenli, beş vakit kılıyorlar. Maalesef… Namaz kılanlarına bakın nasıl namaz kılıyorlar, niçin namaz kılıyorlar?... Bunlar önemli. İkinci şart da gitti.

Üçüncü şart oruç… Oruç tutuyorlar İslamcısı da tutuyor kapitalisti de tutuyor bazı sosyalistler de tutuyor. Hatta tavşan yemezlerin de kendilerine göre oruçları var, belli aylarda, belli günlerde oruç tutuyorlar. Orucu hemen hemen herkes tutuyor ama şartlarına riayet ediliyor mu? Allah Rasulü buyuruyor ki: “Nice oruç tutanlar var ki gecenin uykusuzluğu ve gündüzün açlığından başka onlara bir kâr kalmaz.” Uykusuzluk ve açlık, kazançları bu. Oruç tutuyorlar namaz kılmıyorlar. Adam akşam teravih namazı kılıyor beş vakit namaz kılmıyor, Cuma namazı kılmıyor. Yahu teravih sünnet/nafile bir namaz. Farz olan namazı kılmıyor akşam teravihi kılıyor. Niye? Onda zevk var, nefsi hoşlandığı için onu kılıyor. Camiye gidiyor orada namaz kılıyor,  arkadaşlarıyla buluşuyor onlarla gece bir yere gidiyor sahura kadar oturuyor. Yani eğlenceye çevrilmiş. Bakın ibadetin adetleşmesi… Oruç da gitti…

Ne kaldı, dördüncü şart zekât. Zekât üstünde şimdi bir sürü entrikalar var. Artık müslümanlar da vere vere yorulmuş zekât vermemek için her türlü hileyi kullanıyorlar. Adam bir de utanmadan ‘ben vergi veriyorum, vergi verdikten sonra ben niye zekât vereyim ki?’ “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Evet, sistemin dininin bize öğrettiği kaidelerden birisi bu: “Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Bir daha niye zekât vereyim. Ben kazancımı takdis ettim, vergi verdim mukaddes oldu benim kazancım. Daha helal haram karışma, ye yiyebildiğin kadar. Zekât için de çok değişik formüller aranıyor.

Beşinci şart neydi hac… Hac bugün tamamen turistik amaçlarla yapılıyor. Din turizmi… Bankalar da bu işe bulaştı ki adam kredi alarak hacca gidiyor. “Ne kolay peşin ödemeyeceğim, paramı bağlamayacağım” diyor. Normal gitse beş altı milyar para verecek bunu peşin vermesi lazım bağlamıyor kredi çekiyor. Bankadan faiziyle taksit taksit ödüyor gidip haccını yapıyor. Tezekten mescit yapıyor içinde namaz kılıyor. Kredi ile hacca gitmeler veya bir sene Paris’e, Londra’ya gideyim tatilimi geçireyim bir sene de hacca/umreye gideyim. Gidiyorlar şimdi şirketler de tamamen altyapıyı oluşturuyor. Halbuki: “Hac müminin cihadıdır” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Hacca gidiyorlar Müzdelife’de veya Medine-i Münevvere’de hurma bahçelerinde barbekülü, et kızartmalar, deve sütü içmeler, kadınlı erkekli karışık partiler düzenliyorlar. Haccın ruhu bu mu? Hac bunun için mi istenmiş? 

Beş şarttan geriye ne kaldı?... Allah Rasulü hadisi şerifinde buyurdu ki: “Ahir zamanda islamın ismi müslümanın resmi kalacak.” Şimdi gelin bana bunun aksi olduğunu söyleyin. İslam bir isimden ibaret oldu. Müslümanın da resmi var surette kaldı. Sakal takke kelle kulak yerinde oldu mu tamam. Beş şart olunca şartlar bozuldu Allah ile akit tek taraflı bozuldu.

Nasıl yapacağız o zaman? Şimdi bu dini hayatla ruhumuzu cilalayabilir miyiz? Nefsin kesafeti/karanlığı, gafleti şimdi ön tarafa, göstermesi gereken yere bulaşmadı mı? “Summun bukmun umyun fehum la yerciun” Onlar kördürler, sağırdırlar, dilsizdirler, işitemezler, görmezler, hakkı bulamazlar, hakikatı göremezler. Her şeyi adeta tıkadık gözümüzü kulağımızı. Bu haldeyken şimdi biz tesbit edebiliyoruz “şu doğru bu yanlış”. Fe subhanallah… 

‘Hocam sen tabloyu çok kararttın ya biz böyle bakmıyoruz yani sen çok keskin konuşuyorsun’ diyebilirsiniz. Evet, Allah için elinizi imanınıza koyun. Günümüzdeki manzara bu değil mi? Size başka mı görünüyor tablo? Şimdi Müslümanlar iktidara geldiler belli şeyler değişiyor, açılıyoruz diye tablo değişti mi? Hayır… Bu noktada bir şey değişmedi. Ortada meseleler konuşuluyor henüz daha, aslında bu açılım kaçılım bilmem öyle bir şey de yok. Kimse kendi kendini kandırmasın. Şimdi halka açık çek veriliyor. Bakacaklar. Adeta bankalara talimat vermişler, ödeme yapmayın günü geldi mi onların tayin edecekleri günde ödeme olacaksa olacak. Şimdi açık senet veriyorlar millete. Hani öyle naylon şirketler vardır tabela şirketleri senden mal alıp çek yazar yazar ondan sonra bakmıssın tası tarağı toplamış gitmiş. Sistemler böyle. 

Halkın üstüne bina edilmeyen, halkla bütünleşmeyen hiçbir şey kalıcı değildir, devamlı değildir. Bunları Allahu Teâlâ tayin etmiyor ki. Bunlar nübüvvet yolundan gelen kavramlar, kaideler değil ki delil olsunlar. Arkadaşlar İslam asla tavandan gelmez. Zorla kendinizi aldatmayın. Bu bir oyalanma taktiği, kendini kandırma metodu. İslam tabandan gelir. On üç sene Mekke-i Mükerreme’de Allah’ın Peygamberi, Kâinatın Efendisi, İnsanlığın Sultanı onca çileye, eziyete, işkenceye, hakarete, aşağılanmaya tabanı oluşturmak için sabretmiştir. Eğer bugün biz Müslümanız diyebiliyorsak, elhamdülillah, Allah Rasûlü’nün o gün oluşturduğu o sağlam tabanın üzerine kurulan din binasının bereketidir, senin benim erkekliğim değil. Tabandan gelecek. Halk dinine, ırzına, iffetine, mukaddesatına, inancına sahip çıktığında; onunla bütünleştiğinde tavanı isteği yöne kaydırabilir. Tavan tabana bağlı. Taban olmadı mı tavan yıkılır. Ama bugün biz hep gözümüz tavanda. Oradan gelecek diye bekliyoruz. Oradan bir şey gelmez. Onun için bizler bu anlayışı, çocukluğumuzda öğrendiğimiz bu din anlayışını değiştirmeliyiz. “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Anlayışımızı gün be gün terakki ettirmeliyiz. 

Bugün Müslümanların, İslam’ı yaşadığını söyleyen insanların, İslam’ın temel anlayışlarından birisi, müminlere öğretisindeki temel prensiplerden birisi takvadır. Biz takvayı sadece ahiret hayatına yönelik kabullenmişiz. Yani takva ibadetlerde olur. Dünyevi mesellerde takvaya riayet etmiyoruz. Dünyevi meselelerde dünya şartları neyi gerektiriyorsa, dünya standartları nasıl gelişmişse o şekilde hareket ediyoruz. Ama namazda takvaya riayet ediyoruz. Niye? Takva lazım, takva insanı kurtaracak olan,  Allah’ın rızasına eriştirecek olan yegâne vesilelerden birisi. Peki, Mevlâ buyuruyor ki: “Dünyadaki nasibini de unutma.”  Nasıl olacak bu? Bu dünyanın yaratıcısı Mevla değil mi? Sen dünyada yaptığın işlerden dolayı ukbada sorumlu değil misin? Ahiretteki hesap, ahirette yapacağın şeylerden dolayı değil çünkü ahirette yapacağın bir şey yok. Ahiret mükâfat yeri, ahiret emekli yeri. Dünyadan emekli olanların yeri. Eğer burada düzgün çalışmışsan sigortan, Bağkur’un vesairen varsa ve emeklilik hak edebilmişsen ahirette rahatsın. Buradaki yaşantından dolayı orada sorumlusun. Öyle ise takva sana burada lazım, dünyan için de takva lazım. Misal ibadetinde, namazında hûşû ne kadar gerekli ise, ticaretinde dürüstlük o kadar gerekli. Çünkü ticaretin dürüst olmazsa namazın hûşûlu olmaz. Niyetinde ihlâs ne kadar önemli ise, bütün muamelelerinde ölçü/ölçülü davranman o kadar önemli. Niyetin halis ama yaptığın iş de ölçülü olmak zorunda. Yoksa her zaman niyetin seni kurtarmaz. Bu dengeyi kurmak zorundasın. Ama maalesef Müslümanlar hep takvayı uhrevi hayat için lüzumlu bir eğitim olarak görmüşüz. 

Misal kurban keserken takvaya riayet etmişiz. Aman nefes borusunun burasından mı ona dikkat et hayvana eziyet etme, diyoruz. Bismillah de, keserken Allah’ın adını an. Tamam, güzel. Bakın ne kadar riayet ediyoruz. Niye, onu Allah için kesiyoruz, kurbanı ibadet diye yapıyoruz.

Peki, aynı şekilde tavuk yerken aynı dikkati gösteriyor musun? Tavuğu nerden alıyorsun? Sulu yolum tavuk mu kuru yolum tavuk mu alıyorsun? Kurban keserken takva lazım da tavuk keserken lazım değil mi? Senin nefsin Allah’ın mahlûku değil mi? Allah için kestiğine takvayı arıyorsun aynı takvayı niye nefsin için yiyeceğin şeyde aramıyorsun? Niye Allah için yemiyorsun? Bu tavuk murdar mı temiz mi, niye buna dikkat etmiyorsun? Buna dikkat etmemiz gerek. Bilmiyorum dengeyi kurabiliyor musunuz?

Kurban keserken besmeleyi çok önemsiyorsun, diğer işlerinde; ekmeği keserken,  yerken, arabanın kapısını açarken besmeleyi çok önemsiyorsun. Ama besmele hayatına ne kadar hâkim? Hayatın bütün satır başlarında, yazı sitilinde satır başı vardır yazarken ilkokulda öğrendiğimiz bir şeydi cümleye başlarken işte satır başı yapılır paragrafa başlarken satır başı yapılır, hayatımızın bütün satır başlarında besmele olmak zorunda. Sadece kurban keserken değil. O noktaya kendimizi konsantre ettiğimiz için o noktaya dikkat ediyoruz kurbanda. Tamam. Hayatımızda Allah’a konsantre olmadığımız için hayatımızı nefsimizin arzuladığı şekilde yaşamak istiyoruz. İşte o zaman ruhumuzu da tamamen karartmış oluyoruz bize hikmetten, ibretten, kudretten, bize bir şey göstermiyor. Göremeyince de, önümüzü göremeyince her türlü sıkıntıya maruz kalabiliyorsun. Ticarette önünü göremeyince iflas ediyor. Trafikte önünü göremeyince hayatı bitiyor, kaza yapıyor. Uhrevi hayatı için de önünü göremeyince insanlıktan çıkıyor.

Evet, bu vücudu ayna haline getirmek, ruhumuza bulaşan kirleri temizlemek ancak ve ancak şeriatın emirleri ile amel, Allah’ın emrettiği şekilde bir hayatı benimseyip karınca kararınca bütün gayret ve himmetimizle azmetmek. Bu birinci şart.

İki, sünenatı seniyyeye tebeiyyet. Şeriat bir formüldür, şeriat bir katalogdur, şeriat bir projedir. Sünnet bu projenin açık şablonudur, uygulanmış halidir. Sünnet şeriatın uygulanmış halidir. Şeriatta belli şeyler yoruma muhtaçtır, tevil gerekir ama Cenâbı Hak bunu da bize bildiriyor. Tevil var, yorum var ama senin yorumun değil buyuruyor. Hazreti Muhammed aleyhisselamın tevili var, O’nun yorumu var. O onun için gönderilmiş. Uygulayıcı olarak gönderilmiş. Sana tevil hakkı vermiyor, O tevil yapabilir diyor. Sen kendi aklına, kafana/beynine göre ‘bence’ yorum yapamazsın. Sünnet şeriatın yorumlanmış halidir, ona bakmak zorundasın. 

Üçüncüsü bu sünneti hayatlarının hikmeti haline getirmiş İslam büyüklerine ulaşıp onlardan terbiye görmek, ders görmek. Ashabı kiram, müçtehid-i izam, tabiin ve ihsan sırrı ile onlara tabi olmuş salihler, kamiller… Bu insanlara bakarak hayatımızı devam ettireceğiz. Çünkü rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de buyurmuş bismillah, “İnnema yahşallahe min ibadihil ulema.” İnsanlar içinde, Allah’ın kulları içinde en çok huşuya, huzura, erdeme, fazilete, ahlaka, Allah korkusuna, Allah sevgisine sahip bu işi gerçekten bilen, ilmi ile amil olan, salih, kâmil insanlara bakacağız. O insanların bize öğrettikleri ile nefsimizi temizleyeceğiz ve ahlakı ilahiyye ile ahlaklanmaya ve gönlümüzün devamlı olarak huzur ve agahiyetine, Allah sevgisi ile şimdi kalbimiz, nabzımız nasıl kan dolaşımı ile çarpıyorsa heyecanlandığımızda korktuğumuzda bazen teşikardi diyoruz fazlalaşıyor artışlar aynı o şekilde Allah sevgisi, Allah korkusu bir manevi cezbe bir, manevi halet ile kalbimiz cuşu huruşa gelecek.

Evet bu agahiyetine ve bu dinle manevi rabıtanın, intibakın muhafazasına/korunmasına itina ve himmet, çaba, gayret… Yoksa başka bir suretle bu mümkün değildir. Başka suretle ismin ve resmin ortada kalır bir sert rüzgar eser onları da alır götürür.

Hazret güzel buyurmuşlar her kargayı rehber edinmek 08:07 ........... olmaz. Karga ile arkadaşlık yapanın konacağı yer bellidir. 

Sözü beddir, 
Adeti bed, 
Meşrepi bed,
Eder erbabını merdud…

Sözü beddir, sözü çirkin/nahoştur; âdeti bed. Âdeti, usulü de çirkindir. Meşrebi de beddir; onun meşrebi, zevk aldığı, duygusal baktığı her şeyi de çirkindir. Bu çirkinlikler bu bedlikler eder erbabını merdud. Kim bu çirkinliklere sahipse, yani sözü, yaşantısı, meşrebi çirkinse bu merdud olur, tard edilir, kovulur, ilişkisi/arkası kesilir. Bed olanlar neticede merdud olurlar…

Allah muhafaza buyursun bizleri her türlü bedlikten, çirkinlikten korusun. Bizleri ölene kadar nesillerimizi kıyamete kadar İslam’ın güzelliklerine, İslam’ın ahlakına, ahkâmına kadim kılsın inşaallah. Âmin diyenleri Cenâbı hak iki cihanda emin kılsın…

Hâce Hazretleri’nin 24 Kasım 2010 tarihinde Başakşehir’de yapmış olduğu sohbetten derlenmiştir. 

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR