MÜ'MİNİN EKONOMİYE BAKIŞI NASIL OLMALI

Allah razı olsun, bu tarz ticari sohbetler yaklaşık bir senedir devam ediyor. Ama genel yapıya baktığımda, yani arkadaşların ticaretteki yapılanmalarına, hal ve gidişatlarına baktığımda çok fazla bir değişme görmüyorum. Sanki bu da rutin bir sohbet gibi olmuş. Bir araya gelip çay içiyoruz, meseleleri konuşuyoruz ve dağılıyoruz.

Arkadaşlara baktığımda, sanki sohbetin de üzerimizdeki yaptırımının azaldığını görüyorum. Kendi elimizle veya kendi aklımızla, hislerimizle, nefsimizle, değerli kıldığımız meseleleri, mevzuları, Hakk’ın emrettiği şeylerle sanki bir değiş tokuş yapmışız. Sohbet esnasında dükkânlarımızdaki, geçmişteki hallerimizden örnekler verdik.  Evrad u ezkâra önem verilirken, ibadet ön planda iken; Hz. İsa’nın (Aleyhisselâm),  buyurmuş olduğu gibi, “Yaşamak için yenilirken” bugün sanki bu yer değiştirmiş,“Yemek için yaşıyoruz.” Dün yaşamak için yiyorduk ve yemeği hayatın devamına sebep olsun diye kazanmaya uğraşıyorduk ama bugün sanki yaşamamız yememizin esareti altında, yemek için yaşıyoruz. Kendimiz yiyelim, çoluk çocuğumuz yesin yani bir istikbal endişesi sarmış bizi. Belki farkında olmadan cemaatin dışındaki akrabamıza, eşimize dostumuza baktığımızda: “Bak onlar şuraya gelmişler, buraya gelmişler, onlar bu noktada, bu seviyede...” diye düşünüyoruz ve sanki gizli bir hırs bizi kaplıyor. Ve içimizde, özümüzde Allah’a karşı saklı bir sitem besliyoruz. Adeta Allah’a diyoruz ki: “İşte şu abdestsiz, taharetsiz adama veriyorsun, ben sofu, derviş adamım, bana vermemişsin.” Yani Bektaşi misali. Bektaşi Müslüman bir kürdü göstererek: “O Allo Allo derken ona bu kadar sürü vermişsin, ben Senin her esmanı bin bir kıraat üzere okurken şu içinde bulunduğum sefalete bak,” diyerek Allah’a karşı sitem etmiş.

Allah’a karşı bir sitemimiz oluyor. Niye ben böyleyim, böyle olmamalıyım. “Eğer ben Müslümansam, ben dervişsem dünyevi olarak, aslında çok daha iyi durumda olmam lazım. Demek benim bir yerlerde bir hatam var ki olmuyor...” diye düşünüyoruz. Yani dünyalık sıkıntılarımızı da Allah’a karşı yaptığımız hatalara bağlıyoruz. Belki temeldeki bu bakış yanlış. Meseleye bakış açımızı 180 derece değiştirsek farklı bir şey görünecek. Acaba Seyyidena İmam Ali’nin, İmam Hüseyin’in, İmam Hasan’ın (Radiyallahu Teâlâ anh) başarılı olamamaları, Allah’a karşı olan hatalarından dolayı mıydı yoksa Allah yanında kadr-u kıymetlerinden dolayı mıydı? Bunu çok düşünmek lazım. Cenâb-ı Hak dünyayı yarattığından beri ona rahmet nazarıyla bakmamışsa ve dünya ci’fe ise leşse, murdarsa,  mel’unsa, fani ise ki, ayetler hadisler bunun böyle olduğunu bize haber veriyor, Hak bizi bu murdara bu lâşeye, bu ci’feye, bu faniye bulaştırmak istemiyor, diye düşünmüyoruz.

Öyle bir durumdayız ki dünyanın her yeri artık çürümüş. Yenebilecek çok az bir noktası kalmış. Bundan dolayı şükretmemiz gerekirken biz bunun sebebini sürekli kusurlarımıza bağlayıp: “Bizim hatalarımızdan böyle oluyor, öyleyse ne yapmamız gerekiyor? Bu hataları düzeltip dünyalığımızı çoğaltalım,” diye düşünüyoruz. Hatalarımızdan sıyrılmanın karşılığında mükâfat olarak istediğimiz şey, dünyalık. Karşılığında mükâfat olarak Rabbimizi istemiyoruz. Rızasını, likâsını, aşkını, sevdasını, zikrini, davasını... istemiyoruz. “Hatalı olduğum için Allah benden dünyalığı esirgiyor, ben hatalarımı behemehâl tevbe edip düzeltmeliyim, mükâfat olarak da dünyalığı elde etmeliyim.” diye düşünüyoruz. Bu anlayış temelde yanlış. Hak dünyayı mücazat olarak görmüş. Bir ceza, bir sürgün yeri olarak görmüş, sen burayı Allah’tan mükâfat olarak istiyorsun. Burası bir kerbela. Bu kerbela’da nasıl bir mükâfat beklersin? Burada sana susuzluktan ölmeyesin diye, hayatta kalabileceğin kadar bir su ikram ederse bin şükür. Peygamberlerin, büyük velilerin yaşantılarına bak. Belki senin zahirde çok rahat gördüğün bu insanlar, o rahatlığın altında nice meşakkatler görmekteler, nice sıkıntılar çekmekteler. Sen perdenin bu yüzünü görüyorsun, öbür yüzünden haberin yok.

İşte meselelere böyle bakınca, kendi faziletlerimizi kendimiz belirler olmuşuz. Dolayısıyla Allah’tan kendi belirlediğimiz şeyleri ister olmuşuz. Tabiri caizse hasta doktora gidiyor, bana illa şu ilacı, bu ilacı ver diyor. Kendine iyi gelecek ilacı biliyordunsa, niye buraya geldin canım? Değer ölçülerimiz de değişmiş. Dün zikir kasetiyle, Kur’an kasetiyle gıdalanırken, adeta bünyemiz diğerlerine tepki verirken bugün o tepki gelmiyor. Türkü de dinleyebiliyoruz şarkı da dinleyebiliyoruz, pop da dinleyebiliyoruz, yeşil müzik, yeşil pop dediğimiz ezgilerle kendimizi kandırabiliyoruz. Bir kandırmaca var.

Bizim en büyük handikabımız kendimizi aldatmamız. Bir yandan kendimizi aldatırken bir yandan da içimizde gizli olan özenti hastalığından kurtulamıyoruz. Başımızdaki insanlara özenebiliyoruz. Biz dün Hz. Ebubekir olmaya, Hz. Osman, Hz. Ömer olmaya özeniyorduk, buna gayret ediyorduk. Bugün ise “Sabancı olsak, Koç olsak fena mı olur...” diyoruz. Biraz da onlardan olalım. “Bin beş yüz senedir Ebubekirler olmuş, Ömerler olmuş, biz de Sabancı olalım, Koç olalım, Aydın Doğan olalım...” Bunlar hep ekonomik korkudan kaynaklanıyor. Kazancın asıl neler olduğunu, helâlin, geçinebilmenin ve üç beş kuruş bir kenara koyup Allah yolunda harcamanın nasıl bir kazanç olduğunu hesap etmiyoruz.

Bize göre kazanç hiç borçsuz, sorunsuz bir ticaret ve bankada bol sıfırlarla ifade edilen blokeler, piyasada tanınmak bilinmek… kazanç bunlar. Böyle olursa o zaman biz de Allah yolunda vereceğiz elbette. Bu Allah’ın bir nimetidir. Bu nimete şükür olsun diye Allah yolunda da vereceğiz. Ertelediğimiz bu...

Sanki Allah yolunda azdan verilmiyor veya bize göre yoktan verilmiyor Allah yolunda. Vardan vereceğiz. Vermenin limiti yok arkadaşlar. Yani az veya çok, benim çok var ben milyar veriyorum senin az var sen kuruş veriyorsun. Belki Allah’ın yanında ikisi de aynı değere sahip. Önemli olan onu vermek. Benim için o milyarı vermek nasıl zorsa senin milyarın da o kuruş. Senin için de onu vermek zor. Bunu yapamıyoruz. Dolayısı ile meselelere farklı cephelerden baktığımızda gördüğümüz şey farklı oluyor. Bu yüzden de o ahlâk bizde değişmiyor.

Kusura bakmayın, insanın belki zoruna gidebilir. İslam dini bir günlük yiyeceği olan dilenmesin, buyuruyor. Demek ki Müslüman zorda kaldı mı dilenebilir. Bir günlük yiyeceğini - ömrü bir gün çünkü- temin için önce Allah’tan dilenir sonra esbaba tevessül eder. Misal gider bir Müslüman’a bir dilim ekmek ister. Bunu İslam meşru bir yol olarak göstermiş. Bir günle sınırlandırmış ama meşru bir yol.

Biz dilenmektense, -İslam’ın gösterdiği bu meşru yolu yapmayı çok zül kabul ediyoruz- bu dereceye düşmektense, İslam’ın haram kıldığı yalan söylemeyi, insanları dolandırmayı tercih ediyoruz. Bir günlük dilenebilirsin, diyor İslam. Yoksa yok, tamam. Borcum da yok harcım da yok. Kimseyle bir meselem yok. Meselem bir dilim ekmek mi, karnım çok mu guruldadı, Rabbimden isterim, esbaba tevessül eder, gider bir Müslüman’a söylerim. Bunu yapmaktansa gayrimeşru yolları denemeyi tercih edebiliyoruz.

Bunu anlayışımızı anlatmak için söylüyorum. Yoksa sakın yanlış anlamayalım, Allah kimseyi böyle bir imtihana düşürmesin ama kuluz başımıza gelebilir. O zaman da ona göre yapılacak işler vardır. Misal ayakkabı sandığı alır gider ayakkabı boyacılığı yaparız. Harama bulaşmamak için ama muradı bizi dilendirmekse bizi öyle imtihan edecekse eyvallah, alır tası önümüze otururuz. Rızık Senden, deriz kim o tasa bir ekmek parası atarsa onu da alır kalkıp geliriz. Adam demiş ya: “Ben sana vermedim.” O da: “Ben de senden almadım.” diye cevap vermiş,  mesele bitmiş. Biz bunu yapmayı asla düşünmüyoruz, böyle bir imtihana da razı değiliz, bu duruma düşmemek için harama bulaşabiliyoruz; yalan söyleyebiliyoruz, dolandırabiliyoruz, ihtikâra kaçabiliyoruz...

Güzel olmamakla birlikte meşru olan bir şeyi yapmaktansa onlarca gayrimeşru şeyi yapabiliyoruz.  Niye? Kendimizi çok önemsediğimiz için. Benlik putunu kıramadığımız için. Ya, Rabbin seni dilendirmek istiyorsa, yüzünü yere koymanı istiyorsa... Ne yapabilirsin ki? O zaman nasıl bir anlayışla sebepleri ona karşı tesirci gösterebilirsin? Tutunduğun, yöneldiğin sebepleri, Hakk’ın bozduğu işleri düzeltmek için kullanabilirsin. Allah’ın elinde olan bir meseleyi, kimle O’nun elinden alabilirsin. Ancak O’na teslimiyetle, O’na tevekkülle, O’nun emrini ondan çok daha bir hevesle, bir gayretle yerine getirirsin…

Bunlar önceden bize anlatılmıştı. Hz. Lokman (Aleyhisselâm) bir zenginin yanında hizmetçilik ederken birlikte o adamın bağlarını, bostanlarını geziyorlar. Meyve devşirip, meyve yiyorlar. Adam bir kavun kesip Hz. Lokman’a ikram eder ve der ki:

-Ye, eğer tatlı ise bana da kes ben de yiyeyim.

Hz. Lokman kavunu veya bir elma o günün meyvesi ne ise, öyle bir iştahla öyle bir lezzetle yedi ki adam bir tane daha verdi. Onu daha bir ziyade iştahla yedi ki adam da iştaha geldi dedi ki:

-Bana da ver bana da soy.

Hz. Lokman hazırladı bir tane, ona da verdi adam ağzına aldı ki zehir. Midesi kabardı, adamın rengi değişti ve dedi ki:

-Sübhanallah, sen bu zehiri hem de bu iştahla nasıl yedin? Niye söylemedin bu acıdır, bu zehirdir bu yenmez?

Hz. Lokman:

-Sizin elinizden o kadar tatlı şey yedim ki, bir seferlik yediğim acıdan şikâyet etmem küfran-ı nimet olmaz mı? O kadar tatlı şeyler yediğim ele bu acıdır demek... O tatlıları düşününce bu meyve de tatlandı, hiç acısı kalmadı.

Kulun anlayışı bu...

Yoksa bugünkü durumumuz Mesnevi’de Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi mi?  Hz. Mevlânâ müridleriyle bir arazide gezerken -afedersiniz- birlikte gezen, oynaşan köpekler görmüşler. Müridlerinden biri demiş ki: “Şunlara bak. Ne güzel kardeşlikleri var. Ne hoş geçiniyorlar ne güzel oynaşıyorlar...” Hz. Mevlânâ buyurmuş: “Bir de aralarına bir kemik at, gör o zaman kardeşliklerini...”

Bir tarafta Lokman’ın teslimiyeti, acıları tatlandırması, öbür tarafta bir kemiğin gölgesinde ki kardeşlik... Bugün sanki -arkadaşlar kusura bakmasın Efendi bize köpek diyor diye düşünmesinler, benim nefsim köpeklerden aşağıdadır, böyle bir şeyi size bırakmam- kemik yokken ki kardeşliğimiz çok güzel ama aramıza bir kemik atıldığında bazen çok karışabiliyoruz veya kemiğimiz alındığında ortalık birbirine karışabiliyor, saldırganlaşabiliyoruz.

Onun için geçmişte verdiğimiz örneklerden bugünkü halimize bakıldığında diyorum ki, sermayeden tüketmişiz. Bize verilen sermayeyi çoğaltmamışız. Cepten yemişiz hep. Evet, o gün babamız bize diyordu ki: “Alın yeyin.” Ama biz onları biriktirememişiz, yemişiz hakikaten... Bugün de bize diyor ki: “Hadi çalışın getirin...” Biz sermayeyi yediğimiz için getireceğimiz bir şey kalmamış. Belli şeylere kılıf bularak, ezgilerle, müzikle vakit geçirmeye başlamışız. Şartlar zor diyerek, ticari bahası, ticari hükmü olmayan şeyleri alıp satmaya başlamışız. Hem de düşünüyoruz ki biz yanlış yaptık Allah da bizi zorluklarla imtihan ediyor... Yanlış yaptığımızdan değil belki bizi kendisine yaklaştırmak için zorluklarla imtihan ediyor. Bizde ki beklenti yanlış. Bizim bu zorlukları aştığımızda beklediğimiz şey dünya. Bu imtihan biterse dünya bize açılacak... Hayır, belki ölene kadar böyle gidecek.

Evet, bugünün giderleri çok, bu bir gerçek. Günümüzde yaşam şartları zor. Allah’a bunun için dua edelim. Bizi namerde muhtaç etmesin, geçinebilelim. Bu zor şartları karşılayabilecek kadar helâlinden bize lütfetsin. Millet olarak “kanaat” duygusu kalmamış. Bir ferdi suçlayamayız, millet olarak, toplum olarak kanaat kalmamış, böyle bir yaşam tarzı kalmamış. Toprak damlı evler, keçe halılı yerler, minder usulü oturmalar, günde iki öğün yemek ve bir-iki çeşit yemekle iktifa etmeler... Bunlar kalmamış, hayatımızda yok bunlar. Şimdi bizim için bunlar lüks olmuş. Evet, bir nostalji olmuş çorbaya ekmek doğramak. Hangi birimizin evinde çorbaya ekmek doğruyoruz... Bayat ekmekler doğranıp üstüne yoğurt dökülüp yenmiyor evlerimizde. Çocuklarımız bilmez, yemezler böyle yemekleri. Pilavın yanında bir yoğurt yok, komposto yok... Pilavın rahat yutulması için şekere su katıp içmek var mı evinizde? Bu hayat bize lüks ama kökümüz bu hayatın içinden gelmiş. Bir öğünde çorbaya ekmek doğrayarak karnımızı doyurup, Elhamdülillah deyip kalktığımız oluyor mu? Yok. Misal bugün iftarda buradaydık. Allah razı olsun kardeşimizden sofrayı donatmıştı. Elbette ki onu kazanmak için de bir mücadele verecek. Bunda -hâşâ- Hakk’ın bir suçu yok ki. Gene onu veriyor Cenâbı Hak, bir problem yok.

Aslında dardayız, zordayız diyoruz da bakıyorum -istisnalar kaideyi bozmaz- ne dardayız ne zordayız. Her öğünde üç-dört çeşit yemek rahat yiyoruz, buluyoruz. Evi kira olanlar zor-şer de olsa kiralarını ödeyebiliyor, elektriğini, yakıtını ödeyebiliyor. Belki zorlanıyor ama ödeyebiliyor. Demek ki Mevlâ bize veriyor. Biz Mevlâ’nın istediklerini vermiyoruz. Handikap burada. Sen bekliyordun ki çeklerini, senetlerini de Mevlâ ödesin... Allah sana böyle bir kefalet vermemiş. Seni geçindiriyor, kefil olduğu rızkını sana veriyor. O da olmasa hepimizin üzerine sorumluluk düşer. Kardeşsek bir arkadaşımızın yoksa hepimiz onunla paylaşacağız. O kardeşimizi de kendi seviyemize getireceğiz. Bugün hamd olsun, Allah düşürmesin, ticari sıkıntıları olanlar var, işleri iyi dönmeyenler var ama o duruma düşen bir arkadaşımız yok.

Kul, bunlar benim hatam, benim kusurum demesin. Bunlara imtihanım, suç işledim de Allah böyle yaptı, diye bakmasın. Hakk’ın bana ikramı desin. Bunları düzeltecek bana oluk oluk para akacak diye beklemesin. Allah’ın lanetlediği rahmet nazarıyla bakmadığı bir şeyi Allah’tan beklemek çok yanlış olur. Bu Allah’tan bela, musibet, hastalık istemek gibi bir şeydir. Allah’tan afiyet iste, bedenine sıhhat iste, kalbine genişlik iste, ibadet için takva iste, zühd iste, aşk iste... Dünyayı bırak dünya senin peşine gelsin. Allah’tan sürekli dünyayı isteme, helâli iste. Namerde muhtaç olmayacak, Allah’a secdeye koyduğun yüzünün suyunu başkalarına döktürmeyecek hayırlı bir vesile iste Allah’tan. O kapının sana kapanmamasını iste. Bu illa çok büyük ticaret yaparak olacak anlamına gelmiyor. İncik-boncuk satarak da Cenâbı Hak sana bunu lütfeder. Önemli olan onun gelmesi. Ben de büyük tüccar olayım, ben de büyük ticaretler yapayım... diye düşünmemeliyim. O büyük ticaret -biraz önce dediğim gibi- senden namazı alıyorsa, senden zikri alıyorsa, senden zekâtı, sohbeti, ihvanla kaynaşmayı, emr-i bi’l-marufu... alıyorsa sen büyük bir bela içindesin. Bunu bil. O zaman bu ticaret nimet değil senin için. Çok büyük bir imtihanın, felaketin içindesin. Bir vakit namazını, bir vakit sohbetini, bir zikrini karşılayacak, ona değer olacak, ona misil olacak ne ortaya koyabilirsin ki? Neyi onunla ölçebilirsin ki?

Cenâbı Hak verir, verdikleriyle de imtihan eder, ne yapacağına bakar? Bu belki daha zor bir imtihandır. Adamın yanında emanet bir para varmış. Allah için dağıtsın-infak etsin diye emanet bir para verilmiş kendisine. Adam bunu aldıktan sonra: “İşte biraz yanımda dursun, belki acil ihtiyacı olan biri olur ona veririm,” diye düşünmüş. Hemen adamın dişine bir ağrı girmiş. Dişinin ağrısına çare bulamayınca çektirmiş. Dişi ağrıyınca düşünmüş ki bu ağrı bu paradan oldu, bu parayı dağıtmam lazım. Dişini çektirdikten sonra gene o düşünce galip gelmiş ona ve yine dursun, sıkışan biri olur ona veririm... diye düşünmüş. Bu sefer de öbür dişine ağrı girmiş. Ta ki parayı dağıtana kadar beş-on dişi gitmiş. Hakk'ın imtihanına bak. Verir ama böyle sıkıntıları da var.

Onun için biz Cenâbı Hak'tan hayır isteyelim, takva isteyelim, O'nunla aramızın bozulmamasını isteyelim. Dünya da ahiret de O'nun. Hadis-i Kudsi'de: “Ahiret ehline dünya, dünya ehline ahiret haram. Allah ehline her ikisi de haramdır.” buyuruyor Cenâbı Peygamber. Allah ehline her ikisi de haramdır.

Senelerdir ben bunu mutad bir tecrübe olarak tecrübe etmişim. Yıllık zekâtımı hesap ediyorum, yıl içinde dağıtmaya başlıyorum. Her zekât verdikçe,  zekâtım azaldıkça Cenâbı Hak bana manada kendi bedenimi gösteriyor. Manada soyunuyorum, misal takkem gitmiş, gömleğim gitmiş, atletim gitmiş, çorabım gitmiş... Ağırlıklar gidiyor. Hesap ettiğim limit neyse onu en son bitirdim mi -çok affedersiniz- kendimi çırılçıplak görüyorum, tamamen soyunmuş halde görüyorum.  Şükrediyorum. Bu senelerdir böyle zuhur ediyor.

Bu sene dağıtılacağı erken bitirmeye niyet etmiştim. Ramazandan bu yana veriyordum, bitirdim zannediyordum. Geçen kendimi gördüm, elbise var üstümde. Şalvar gibi bir şey var üzerimde, onun dışında çıplağım. Bu üzerimde olmaması lazım diyorum, bunu ben niye giydim, diye düşünürken uyandım. Düşün, düşün, düşün... Sonunda çok cüz’i bir şey, bakın zekâttan da değil, niyet etmişim bir yere bir miktar para vereceğim ama unutmuşum-ertelemişim. Sonradan düşündüm ki, ben bunu verdim mi vermedim mi? Aklıma geldi ki vermedim. Hamd olsun onu vereceğim yere ulaştırdım. Çarşamba gecesi yani Perşembe sabahı, Muharremin birinci günü sabah namazından sonra görüyorum: Kerbela canlanmış. Sanki bir savaş ama silahlı bir savaş değil tebliğle, fikri bir mücadele yapıyoruz insanlarla. Birilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Askerler bizi yakalıyorlar. Soyun bunları diyorlar. Ben yapmayın-etmeyin, diyorum, dinlemiyorlar, soyuyorlar tamamen çırılçıplak kalıyorum. Utanıp önümü gizlemeye çalışıyorum ama önümü görmüyorum. Komutanları bağırıyor ama ben adamı görmüyorum. Diyor ki: “Bunu Hüseyin’in hücresine koyun.” Beni Hüseyin’le aynı hücreye koydular. Ben çok ağlıyorum, ben onun karşısına böyle nasıl çıkarım? diye yalvarıyorum. Hayır, diyorlar öyle çıkacaksın. Benim aklıma gazetelerde okuduğum Guantanamo, Ebu Gureyb ceza evlerindeki suyla yapılan işkenceler geliyor. Beni hücreye koyuyorlar, çok mahcup oluyorum, bir köşeye büzülüyorum.

Derken Hz. Hüseyin geliyor. Onu ismiyle çağırıyorlar, Hüseyin geliyor diye, bakmak istemiyorum, utanıyorum, başımı ellerimin arasına gizliyorum. Hz. Hüseyin geliyor bakıyorum O da çırılçıplak. Ve beni kaldırıyor ve bana buyuruyor ki: “Niçin üzülüyorsun? Elhamdulillah, biz Hak için soyunduk.” Diyorlar ki: “Namaz vakti.” Ben de diyorum ki: “Biz böyle nasıl namaz kılacağız, Allah'ın huzuruna nasıl çıkacağız?” Bana buyuruyor ki: “Kalbimizle kılacağız. Oturarak, kalbimizle Allah'a secde edeceğiz. Üzülme Cenâbı Hak bizi temizledi.

Gözüm Mustafa Hilmi Efendi'yi arıyor. Bakıyorum onu da getiriyorlar, o da çırılçıplak. Allah Allah bu nasıl olmuş diyorum, hiçbir şey yok üzerimizde. Birisi geliyor diyor ki: “Erzurumlu arkadaşları da yakalamışlar yan hücreye koymuşlar.” İçlerinde kim var diyorum, bilmiyorum diyorlar. Bana diyorlar ki: “Cezaevi müdürü seni görmek istiyor, seninle görüşecek.” “Ben onunla görüşmem,” di-yorum. “Seni görmek istiyor” diyorlar, “Hayır, gitmem” diyorum. Hz. Hüseyin bana buyurdu ki: “Diren gitme!” “Zalimlerin ayağına gitmem.” diyorum. Gitmiyorum. Hz. Hüseyin bana buyuruyor ki: “Seni dedeme götüreyim mi?” Ben yine diyorum ki: “Böyle mi?” “O da böyle, endişelenme” buyuruyor. O da burada,  O da böyle... Hatta rüyada ağlıyormuşum, evdeki bacınız dürttü beni, bir şey mi var niye ağlıyorsun diye uyandırdı beni. Dedim şükür, temizlendim.

Cüz'i bir miktar, farz olan zekât da değil, Hakk'a bunu vereceğim diye söz verip, niyetimde tuttuğum bir şey... Onu almadan temizlemiyor. Dünyanın olmayışı, az oluşu bir gam değil. Biz de aksine takvanın çoğalması lazım. Gamımız bu noktada olması lazım. Bizde bu azalıyor. Biz de zannediyoruz ki -başa dönüyorum- dünyanın olmayışı ibadetlerimizdeki yanlışlığımızdan. Asıl bizi böyle imtihan ediyor ki, biz bu sıkıntılarla mı meşgulüz, yoksa bu sıkıntıları elimizin tersiyle itip soyunabiliyor muyuz? Bu sıkıntıları aşabiliyor muyuz? Aslî vazifemize dönebiliyor muyuz? O zaman Cenâbı Hak bize belli çıkış yolları lütfeder.

Az da olsa bir akar sürekli yürüsün, tamam. Evde tencere kaynasın, çaydanlık kaynasın kâfi. Çay, çorba elhamdulillah. Ahretimiz zinde olsun. Sohbetlere zaman bulalım, hizmete zaman bulalım. Hiçbir şeyimizden de taviz vermeye gerek yok, dünya için başımı açmaya dünya için sakalımı ötesini, berisini düzeltmeye, dünya için pantolonumu daraltmaya veya pantolon giymeye gerek yok. Niye? Şu dünyada da dünyalık gördüğüm her şeyde de muhatabım Allah olmalı. Ben kendisiyle muhatab olmayı O'ndan istemeliyim. Beni başkalarıyla muhatab etme yarabbi. Dediğim gibi: “Ben sana vermedim, ben de senden almadım.” mesele bitti. Beni Sen'den başkalarıyla muhatab etme Allah için ver Allah için al.

Baktığımızda çok iyi durumdayız. Aslında bir sıkıntı yok. Sıkıntı bizim anlayışımızda. Yiyoruz içiyoruz, elhamdülillah. Belki bu ekonomik sıkıntılar toplumda farklı görünmemize sebep oluyor, bunlar da biraz bizim yanlışlarımız yüzünden düştüğümüz durumlar…

Sahabe annelerimizden birisinin babası şehit olmuş, kardeşi şehit olmuş, dört çocuğu şehit olmuş. Çevresindeki altı kişi şehadet şerbetini içiyor ama o kendini ordunun önüne atıyor diyor ki: “Allah Resûlü nerede? O'na bir şey oldu mu?” Diyorlar ki: “Senin baban, kardeşin, oğulların şehid oldu.” “Önemli değil” diyor. “Onlar zaten Allah'a fedaydılar. Efendimiz nerede? O'na bir şey oldu mu? O hayatta ise sorun yok. Kâinatın Efendisi yaşıyorsa sorun yok. O anamdır, babamdır, kardeşimdir, evladımdır, her şeyimdir. O yoksa hepsi yaşamış olsa da O’nun yerini hangi biri tutabilir ki? Kim bize Hz. Muhammed kadar müşfik olur, merhametli olur, himmetkâr olur? Kim O'nun gibi bize bakar, elimizden tutar...”

Şu Kerbela asrında O'nunla belki tek irtibatımız O'nun sünneti ve O'nun muhabbeti. Bugün, inanan insanların bile tartıştığı, eleştirdiği, feragat ettiği bıraktığı ve dün eksikliğinden mahcubiyet duyduğu bugünse o mahcubiyetini gizlemek için O'ndan olan güzellikleri inkârına kalkıştığı, kurtulmak istediği bir zaman. Ama bizimse tek sermayemiz O'ndan olan güzelliklerdir. Bu güzellikleri neyle, kimle değiştirebiliriz?

Birisi diyor ki: “Bir gün abdest bozmak için -affedersiniz- def'i hacete girdim. Üzerine bastığım taşın serzenişine şahit oldum, Allah'a serzenişte bulunuyordu: “Yarabbi benim sana ne tür bir isyanım oldu ki, sana ne tür bir gafletim oldu ki beni böyle bir necaset vesilesi kıldın, insanlar benim üzerime basarak abdestini bozuyorlar?” Taş şikâyet ediyordu. O taşın konuşmasını işitince müthiş duygulandım, eteğimi toplayıp kalktım, bütün abdest ihtiyacım gitti. Baktım ki onun serzenişte bulunduğu makam ona cevap veriyor, gaipten bir ses taşa diyor ki: “Niçin serzenişte bulunuyorsun, kaderine rıza göstermiyorsun? İster miydin ki seni sakalsız birinin başına mezar taşı yapayım? Taş dedi ki: “Ben halimden memnunum Ya Rabbi! Sana şükürler olsun...”

Bu zatın sakalı yoktu, bu hadise üzerine sakal bıraktı ve bu zat benim mürşidimdi: Şeyh Muhyiddin Geylani Hazretleriydi. O tuvaletin serzenişi ona o sünnetin değerini hatırlattı. Sakal bırakmaları için Cenâbı Hakk'a dua ediyordum. Yüzlerine söylemem abes kaçacaktı Allah’a yalvarıyordum hayırlı bir vesile halk eyle, sünnete izin versin. Cenâbı Hak da ona yine kendi yolundan, kendi ilminden yani kendi anlayacağı bir dilden bir ibret, bir hikmet gösterdi ve sakalını bıraktı.

Bunu niye söylüyorum, düşünün. O'nun ahlâkının, O’nun sünnetinin, O'nun güzelliklerinin önemini, sırrını, sebebini ve neyle mukayese edebileceğimizi düşünün. Demek ki sorun yine anlayışta arkadaşlar. Kapı yine buraya çıkıyor. Sorun çalışmamızın azlığında çokluğunda değil, anlayışın kısırlığında anlayışın zayıflığında. Dolayısıyla imanı da besleyen şey anlayış olduğu için bu imana da etki ediyor. İşte işyerlerimizdeki bu değişimler de oradan kaynaklanıyor. Dün dükkânlarımızdaki irfan- ihsan- muhabbet mıknatıs gibi çekiyordu bizleri. Bugün o geliş gidişler var mı?

Eskiden ne kadar çok giriş çıkış oluyordu dükkânlarımıza değil mi? Oturuluyordu muhabbetler-sohbetler oluyordu. Şimdi ise belki aylarca birbirimizin dükkânımıza girip çıkmıyoruz. Bir ihtiyacımız-alışverişimiz olmasa dükkâna girip çıkmıyoruz. Belki şimdi bundan memnun durumdayız. Önceki hali ticaretimize engel görüyorduk. Ama bereket oradaydı. Allah Resûlü buyuruyor ya: “Bir kaba ne kadar çok el uzanırsa, o kab o kadar çok bereketlenir. Cibril şifayı ortaya koyar herkes aynı kaba önünden uzanarak ondan nasibini alır.” En çok el uzanan kaplar en çok bereketli olanlardır.

Şimdi belki kazanç oluyor işin bereketi olmuyor. O sohbet o muhabbet o kazancın belki sadakası idi. Orada ikram ettiğin, ihvana içirdiğin bir bardak çay, söylediğin güzel bir kelime akarsu gibiydi üstündekileri götürüyordu. Kir tutmuyordu, sıkıntı tutmuyordu, varlık tutmuyordu... Şimdi birikinti su gibi gelen içinde kalıyor, akmıyor. Belki çok ama akar olmadığı için temizlemiyor. Anlayış değişti.

Kur'an Bedir ashabının birini iki yüz müşrike bedel gösteriyordu.  Müslümanlardan on kişi iki yüz müşrike bedeldi. İki yüz'ü iki bin kâfire bedeldi. Ayet böyle gösteriyor. Ganimetler vesaireler gelmeye başladıkça anlayışlar farklılaştı. Anlayışlar farklılaştıkça kalite düştü. Yine aynı Kur'an bir'i yirmi ile çarparken biri onla çarptı. Çünkü anlayışları değişti.

Önceden her esnaf arkadaşımız dükkânında küçük de olsa sohbetleşmek için mescit vari bir yer yapıyordu. Sanki dükkânlar buna vesileydi, dükkânları bunun için açıyorduk. Dergâhın şubeleriydi zaviyeler açıyorduk yani. Öyle bir hoşluk vardı. Şimdi ise dükkân açıyoruz ve dükkânlarımızda birçoğumuzun -istisnalar kaideyi bozmaz – mescit de yok. Sağda solda münferiden namaz kılıyoruz.

Önceleri dükkânlarda hatme de yapılırdı, cemaatle namaz kılınırdı... Şimdi her yere mal koyuyoruz öyle bir yere ihtiyaç duymuyoruz. Anlayış değişti. O zaman da belki bu ekonomik sıkıntılar vardı aslında ama görmüyorduk onları, muhatap değildik, biz kendi âlemimizdeydik. Bir manevi sarhoşluğun içindeydik, aşkın şarabı ile sarhoştuk. Şimdi dünya şarabı içiyoruz dünyanın sarhoşu olmuşuz. O yüzden bu sıkıntılar çok çarpmaya başladı. Önceden bunları görmüyorduk işimizi bırakıyorduk seyahatlere çıkıyorduk. Ne çek aklımıza geliyordu ne senet aklımıza geliyordu. Şimdi adam çekim var diye cumartesi sohbete gelemiyor. Aksaray'a geliyordu, Konya'ya geliyordu yani her yere geliyordu, o zaman da yine çeki vardı senedi vardı. Şimdi sohbete, hatmeye gelemiyor.

Çek var, ödenmesi gerekli.  Çek var, ama Allah da var. Rezzak olan Allah var, Kadir olan Allah var, Kerim olan Allah var, Latif olan Allah var, var. Bir sıfatından bir sıfatını celb edemez misin? Bu kadar mı ümidini kestin, bu kadar mı uzaklaştın, bu kadar mı sırt döndün?

Problem içimizde... Ticari ahlâk vs. bütün temel, Allah'a iman ve O'nu anlayışımızda, o imanı algılayışımızda, Allah ile nasıl irtibat kuracağımızda... Geri kalanlar ise bu dersin devamı. Ahlâk, kanaat, tevekkül, teslim, sehavet... hep bu noktadan sonra başlıyor. Misal senin az var az derdin var; benim çok var, çok derdim vardır. Aslında dert hepimizde aynı. Sen şimdi bana bakıyorsun sende çok var, sen rahatsın, diyorsun. Çoğun derdi de çok. Azın derdi de ona göre.

Askerlikte şöyle bir fikir empoze ederler ya, işte Türk askeri üşümez, Türk askeri uyumaz, Türk askeri şöyle böyle... gibi bir fikir verirler insana. Askersin her türlü zorluğu göğüslemelisin. Zor şartlar altında kalabilirsin bugün yaptığın eğitim ileride karşılaşacağın zor günler için bir hazırlık, bunun için askerdeki eğitimi yaptırıyorlar.

Kulluk da -tabiri caizse- bunun gibi. Kulsun ve her hal u kârda kul olarak kalmalısın. O şah sen gedasın... Bu hiçbir şekilde değişmeyecek, Şartlar ne olursa olsun. Senin elinde saltanat olsa da, şu dünyanın tamamını sana verse de sen gedasın. Senin konumun hiç bir şekilde değişmeyecek, Emanetçisin, bugün sende yarın başkasında. Ama O hep şah, O hep padişah... Asalet O'nun, saltanat O'nun, izzet O'nun, şeref O'nun... Sen kendini bütün zor şartlara alıştırmalısın çünkü kulsun. Şunu da unutma O hep var. Sen kul kaldığın sürece O'na geda olduğun sürece, O'na feda olduğun sürece, O'nun için olduğun sürece O hep var. İmtihan etse de neticede senin bütün umurlarını O üzerine alıyor. Bütün fiillerinden O kendini sorumlu hissediyor senin vekilin, kefilin, mütevellin O oluyor, kul kaldığın sürece.

Evet, sana ne saltanat verirse versin. Saltanat sahibi bir köle olabiliyor musun? Bir kölenin çocuğu köle olabilir, bu çok makul bir şey. Sultanın köle olması çok farklı bir şey.  Saltanat sahibi birisinin köle olması farklı bir şey.

Sana İslamlık ve insanlık saltanatını vermiş yetmez mi? Bu saltanatla gel, O'nun kölesi ol, Allah'ın hizmetçisi ol. Bütün dertlerinden-sıkıntılarından azad ol. İçimizi sürekli dünya endişesi sarmış Hakkani bir endişeye yer kalmamış içimizde. Meşguliyetler hep fani şeyler boş şeyler olmuş. Hüznümüz, sevincimiz, kederimiz, stresimiz, sıkıntımız, sinirimiz... her şeyimiz dünyevileşmiş. Nasıl kulluk bu yahu? Allah için üzülebilecek hiçbir şey bırakmamışız. Ve bakıyoruz hep etten evvel çömleğe düşüyoruz. Ben ezildim, ben sıkıntı çektim, ben çile çektim... Eee. Oğlum, kızım çekmesin. Yani istikbal endişesi. Ne oldu arkadaşlar -hâşâ ve kella- Allah emekli mi oldu? Seni garanti eden Allah bıraktı mı, değişti mi o ilahi patron?

Allah değişmedi, hiçbir sıfatı da değişmedi ama bizim hayatımızda çok şey değişti. Anlayışımız değişti, bakışımız değişti, değer yargılarımız değişti, önemsediğimiz şeyler değişti, ön plana çıkardığımız şeyler değişti... Vitrin tamamen değişti arkadaşlar, vitrin değişti. İşte bu değişen vitrine baktığımızda sizler farklı şeyler görüyorsunuz ben farklı şeyler görüyorum. Evet, bunu da oturup sizinle tartışamam. Bunu da biliyorum, tartışsam ya o vitrini kıracağım ya da sizi kıracağım. Bu da benim mizacım-meşrebim değil.

Özür diliyorum ben çok konuştum. Mevzunuzu belki çok farklı bir kulvara sürükledim. Söylediklerim sizin ticaretlerinizle belki hiçbir alâkası-ilgisi yok ama bu da benim içimin yangını…

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM -KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR