ORUÇ, İHLAS ve TAKVA İLE RUHU SÜSLEYİP, RUHU ’’İLLİYYİNE’’ ULAŞTIRIR - 2

Malum her şey insan için. İnsan ne için acaba? İnsan  da Allah için. Böyle olunca bu insan ne melek ne de -çok afe-dersiniz, hâşâ huzur- hayvan… İkisinin ortasında aklı, mantığı, düşünme yetisi, bilgisi ve kuvveti olan; iradesi, tercih hakkı olan bir varlık… Dedik ya, insan Allah için. Cenâbı Hakk’ın insanı yaratmada bir muradı, bir arzusu var. Bu arzunun tahakkuku için önce insana birçok imkân veriyor adeta yeryüzünü ona musahhar kılıyor. Onu beşeriyet yönüyle, fizyolojik/biyolojik yönüyle tamamen arzdan yaratıyor. Felekût âleminin özelliklerine uygun yaratıyor. Ama kendisinin de bundan bir muradı olduğundan melekût âlemi ile de irtibatını sağlaması için, orası ile de bir rabıtası bulunması için melekût âlemine ait özellikler insana nakşediyor. Geçen de yine bir yerde ifade etmeye çalışmıştık, malum insan üstünde çok değişik tarifler var. Herkes kendi baktığı cepheden tarif etmeye çalışmış. Felsefecilerin bir insan tarifi var, kelamcıların bir insan tarifi var -ki bu çok acıdır değinmeden geçemeyeceğim- geçmiş kaynaklarımızda, İslam kaynaklarında gayrimüslim felsefesinden, hristiyan felsefesinden cidden etkilenilmiş olacak ki insanı tarif ederken “El insanu hayvanu’n-Natık - İnsan konuşan bir hayvandır.” denilmiş…  Bu çok acı bir tariftir. Bu grek felsefesidir. Hristiyan âlemi insanı böyle tarif etmiştir. Böyle tarif etmek zorundadır. Niye, çünkü Cenâbı Hak onlar hakkında ve dolayısıyla o tip insanlar hakkında: “Ulaike kel en’am belhum adall - Onlar dört ayaklılar gibi hatta onlardan daha aşağıdırlar.” buyurmuştur. Kendi vasıflarını itiraf etmişler. Ve ne acıdır ki bizim İslam âlimlerimizin bir kısmı bunu alıp insanı böyle tarif etmişler ki; insan konuşan hayvandır. 

Bir de sûfilerin, mutasavvıfların, âşıkların, ariflerin insan tarifi vardır. Bu Kur’ân’a ve Allah Resûlü’nün ifadelerine çok daha uygundur. Onlar insanı tarif ederlerken buyurmuşlar ki; insan on latifeden mürekkeptir. On özellikten, on güzellikten müteşekkildir. Bunun beşi felekût âlemine aittir, insanın biyolojik yapısını oluşturur. Beşi de melekût âlemine aittir, insanın batınını, manevi cephesini oluşturur. Zahirdeki beş özellik, beş latife hava, su, ateş, toprak ve nefs-i natıka yani nefis, şehvettir. Bunlar arzîdir, süflidir. Beşi de ârız  değil cevherdir; arşîdir, melekûtidir: Kalp, ruh, sır, hafi ve ahfa… İnsan bu on maddeden mürekkeptir. Şimdi bir gümüş yüzüğü düşünün. Gümüş yüzük yapılırken tamamen saf gümüş  kullanılmaz çünkü kâğıt gibidir ezilir, bükülür, kırılır, tutmaz. Onu kalıba dökebilmek, ziynet eşyası haline getirebilmek için kuyumcular gümüşe bir nisbette bakır veya krom, nikel, alüminyum gibi değişik alaşımlar katmak zorundadır ki sertleşsin, istenilen hale, şekle, kıvama gelebilsin. İnsan da böyledir. 

Cenâbı Hakk’ın muradını, arzusunu, isteğini yerine getirebilmesi için melekler uygun değildi. Saf gümüş gibiydiler. Cenâbı Hak adeta beden dediğimiz varlıkla insana, insanın ruhaniyetine, manasına bir parça krom, nikel gibi sert cisimler karıştırarak dünyada, denayet diyarı dediğimiz, yaratıldı yaratılalı rahmet nazarıyla bakılmamış olan ve Kur’ân’ın “Esfele safilin” diye tarif ettiği bu mekânda rahat hayat sürebilmesi için beşeri yönlerini, bahsettiğimiz bu beş letaifi insana dercetmiştir. 

Malum toprak atalet özelliğine sahiptir, tembellik… İnsanda bir atalet/tembellik meydana getirir. Bundan da gaflet meydana gelir. Toprağın örtücülüğü insanda nisyana/unutkanlığa sebep olur. İnsan unutucudur, tembeldir, atalet sahibidir. Hatta bazı ayetlerde acelecidir, zalim ve cahildir gibi ifadelerle tarif edilmiş. İnsan Allah’ın muradına uygun olabilmesi için bu mezmun, bu yerilmiş sıfatları memduh sıfatlarla değiştirmek zorundadır. Dünya bunun yeridir. Bir alışveriş, bir değiş tokuş yapma yeridir. Toprağı mahfiyete, tevazuya, arınmaya, benlikten sıyrılmaya çevirmek zorundadır. 

“Toprak gibi olmak” derler sûfi kültüründe. Hatta büyüğümüz: “Biz toprak olduk da olduk demeye utanıyoruz.” buyurmuşlar. İnsanın burnundan veya bağırsaklarından dışarı çıkardığı bütün ifrazatı toprağa gitmektedir. Ama o topraktan hiç çirkin bir şey bitmemektedir. Laleler, güller, sümbüller; ayvalar, elmalar, narlar; Âdemler, İbrahimler, Musalar, İsalar ve Fahri Kâinat (as) topraktandır. 

Bu manada Yunus diyor,

Hor bakma sen toprağa,
Toprakta neler yatur,
Kâni bunca enbiya,
Yüz bin evliya yatur…

Bu kadar peygamberler ve suleha topraktandır, topraktadır. İşte insan bu memduh özelliği burada kazanmak durumundadır.

Ateş dedik, insanın bir diğer özelliği… Gadap, kin, nefret, buğz... bunlar ateşin özelliği  yani yakıcılık, yıkıcılık, harap edicilik. Bu mezmun sıfat insanda var, insan bunu değiştirmek zorundadır. 

Kur’ân genele hitap ederken “Eyyuhe’n-Nas” diyor. Nas, “n-s-y” kökeninden gelir. Yani unutkanlar, gafiller… Onlar için Cenâbı Hak “Le fi husrin - Hüsrandadırlar.” buyuruyor. Aslî vazifelerini, varoluş sebeplerini ve var edenlerini unuttuklarından dolayı hüsrandadırlar. “Eyyuhe’n-Nas”, Ey insanlar, biz insan manasını veriyoruz... 

Bir başka ayette de çok hususi bir ifade ile, mukattaa harfi ile mahremiyet sırrı bildiriyor: “Ya-sin!” buyuruyor Kur’ân... Kâinatın Efendisi’ne  çok özel bir insana hitap ediyor: “Ey insan.” Nas “n-s-y” den geliyor, “Ya-sin”, insan kökeninden geliyor. Ey insan! Arınmış, durulmuş, temizlenmiş insan... İşte ona “Vel Kur’âni’l-Hâkim” buyruluyor. Sana hikmetli bir kitap veya o kitabın manası, çok özel hikmetler, güzellikler verildi. Mananın hususi olması umumi olmasını engellemiyor. O insana verildiği gibi O’nun gibi insanlaşan, insan olmaya azmeden herkese o hikmet pınarları gönüllerinden fışkırtılır. 

Ateş yakıcı, yıkıcı; insan bunu şecaate, cesarete çevrilmeli. Allah için sevip Allah için buğz etmek imanın temel ilkelerindendir. “Ruhemâu beynehum…” Müminlere merhametli; “Eşiddâu alel küffar” İslam’ın dışında, elbette ki masumlara/mazlumlara karşı değil, İslam’a zarar vermek isteyenlere şiddetli, cesaretli, şecaatli olmak, ateş özelliğine sahip olmak durumundadır. Yakıcı yıkıcı olmalıdır. Ateş özelliğini şecaate, cesarete tebdil etmeli. 

Su, girdiği kabın şeklini ve rengini almakta. Suyun özelliği bukalemunluk, riyakârlık, ikiyüzlülük. İnsanda bu var. Bu istenilmiyor, memduh bir sıfat ile değiştirilmesi isteniliyor. Bu da cömertlik, sehavet, alçak-gönüllülük, su gibi engin akmak, aktığı yerde herkesin arazisini sulamak. Su, “Hayat benden olmasına rağmen niye ben yukarıda değilim, yukarı doğru akmıyorum.” demiyor.  Hep aşağı doğru, inişe doğru akıyor. “El mâu kulli şey’in Hay” buyrulmuş. Su her şeyin hayatıdır. İşte insanda böyle bir sehavet, cömertlik özelliği olması lazım.

Havanın özelliği genleşen hava yükseğe çıkmaktadır. İnsan ise yükseldiğinde  uçarı olmak, kibirlilik, bencillik, kendini beğenmişlik gibi sıfatlar kendisinde bulunabilir. Bunun da vakara tebdil edilmesi lazım. Mümin vakur, ağırbaşlı olmalı hatta Hz.   Ali’nin tarifiyle (ra): “Müminlere eşik, zalimlere arşa direk” olması ve hava özelliğini bu şekilde tebdil etmesi lazım. 

Nefis/şehvet dedik bunu da insan muhabbete tebdil etmeli. Nefsini itminan derecesine erdirip: “O Allah’tan razı,      Allah’ı da kendinden razı etmiş” bir kemale, bir hale ulaşması lazım. 

Cenâbı Hak niçin insandan bu özelliklerini tebdil etmesini istedi? İnsanın, Allah’ın muradına layık olabilmesi için. Neydi bu murad? Bir ayette, “Biz yeryüzünde bir halife, bir temsilci yaratacağız.” buyuruyor. Tabiri caizse Hakk’a gölge olacak bir varlık yaratacağız. Bir altının topraktan çıkarılmış halini düşünün, bu altın birçok maddelerle, bakır alaşımlarla karışıktır, buna ziynet denemez. Bunun temizlenmesi, arıtılması lazım. Onun için altın sularda yıkanır, eleklerde elenir, ateşlerde ergime noktasına bırakılır ondan sonra işlenir ve ona bir sikke, bir mühür vurulur, ziynet haline gelir. 18 ayar, 22 ayar, 24 ayar kıymetli bir cevher olur. İnsan da böyle, insanın da topraktan, sudan, havadan, değişik katkı maddelerinden arınması lazım ki Hakk’ı temsil sıfatına, ziynet kemaline erişebilsin, 24  ayar bir insan olsun. Cenâbı Hak hepimizin bir “Muhammedcik” olmasını istiyor (as). Bunun için Hazreti Muhammed’i bize örnek gösteriyor.  Bu arınmışlıkla beraber kalbin üstündeki kasavet, gaflet, dalalet, bid’at, sunilik... vs. ne varsa bütün bunlar da alınır. Malum kalp iki cepheli bir manevi organ; bir cephesiyle dünyaya bakıyor bir cephesiyle arşa bakıyor. Cenâbı Peygamber bunu tarif ederken imanın merkezi, ihlâsın merkezi, nurun merkezi, takvanın merkezi olarak gösteriyor. “Et-Takva hâhuna! - Takva bunun içindedir.” buyuruyor. İman kalbin içindedir, kalbin doğruladığı tasdik ettiği şeye iman deniliyor. 

Bu kalbin çalışabilmesi için üzerindeki  kesafet türünden olan ağırlıkların kalkması lazım. Peki, bu nasıl kalkacak? İşte bunun için Cenâbı Hak orucu emrediyor. Bir perhiz, bir tezkiye, bir arınma usulü. Oruçla insan içine doğru bir yolculuk başlatacak. İnsanın zihnî ve kalbî derinliğe varabilmesi bununla mümkün. Çünkü azalar huzur bulacak, rahata erecek  ve halsiz/mecalsiz kaldıkları, nefsin tasallutundan, şehvet duygularından kurtuldukları için çaresiz Allah’a dönüp Allah’a sığınacaklar. Allah’a teslim olacaklar. 

Oruç insanın tefekkürü ile gönlüne seyahati için gereken yolculuğun adıdır. Sûfi geleneğinde bir esas vardır: “Sefer der vatan...” Özbek meşayıhının, Türkistan diyarının  ulularından -Bu diyardan çıktığı için, mekânını söylemek amacıyla söylüyorum. Aslında bütün İslam âleminin ulusudur.-   Abdulhalık Gucdüvanı (ks) Hazretleri bir tespitinde, teşhisinde “Sefer der vatan” buyurmuştur. İnsanın sürekli geldiği yere, aslî vatanına yol alması, sefer etmesi... Bu insanın yaradılış gayesidir. “Fefirru ilellah -  Allah’a doğru firar ediniz.” ayeti buna işarettir. Oruç böyle bir seyahatin adeta başlangıcıdır. Ramazan’a has olan bereketin, yedi cennet ve semanın kapılarının açılması, cehennem kapılarının kapatılması ve şeytanların zincire vurulması ile oluşturulan huzur ve bereket ortamında insanın gecelerini de teravihle süsleyip Ramazan’ın nihayetinde ciddi bir muhasebe yapabilmek için, ben bu ayı kârla mı, zararla mı kapattım, yıllık bilançosunu kontrol için insanın on günlük itikâfa girmesi; bu ayda îfa edildikleri için zekât ve fitre gibi ibadetlerin de yardımıyla insan temizlenir. 

Bismillah, “Gad efleha men zekkâha” buyuruyor Cenâbı Hak. Ancak temizlenen kurtulur. İçi aydınlanır ve saflaşır. İnsan içini müşahade etmeye başlar, görmeye başlar. Onun için, “Mü’minin firasetinden korkunuz. O Allah’ın nuruyla bakar.” buyruluyor. Öyle bir nurla bakar ki kendi içini aydınlattığı gibi karşısına geçtiği her şeyi manevi bir projektör gibi aydınlatabilir. İnsan bu aydınlıkta gönlüne inebilirse, gönlünde tecelli eyleyen Hak ile başbaşa kalır. “Dağa taşa sığmadık bizi seven, bize iman eden mü’minin kalbine sığdık.”  buyuruyor Cenâbı Hak. Hatta sohbetin başında okunan aşrı şerifin son ayetlerinde: “Ve izâ seeleke ‘ibâdî ‘anni... - Sana bizi sorarlarsa.” buyuruyor Cenâbı Hak. Cenâbı Hak kendi zatını, sıfatlarını, ef’alini, ahkâmını merak etmemizi istiyor. O’nu sormamızı, aramamızı, arzulamamızı istiyor. “...Fe inni karîbun. - Biz onlara çok yakınız” buyuruyor. Başka bir ayette  “Akrabe ileyhi min hablil verid - Şah damarlarından daha yakınız.” Onun düşüncesinden bile yakınız buyuruyor Cenâbı Hak... 
“Ucîbu da’veted dâi iza de’ânî..” Eğer onlar bizi davet ederlerse, arzularlarsa, bizi çağırırlarsa, ve bize yönelirlerse... “Dâi” Yönelmek, dua etmek, yakarmak, nazlanmak anlamında. Peki, ne ile arkadaşlar? Hakk’ı davet etmek için temiz bir mekâna ihtiyacımız yok mu? Onu ancak gönlümüze davet edebiliriz. “Ene ‘inde min kesiretul kulûb”  buyruluyor hadisi kudside. Biz mahzun, mütevazı gönüllerdeyiz. Gönle davet etmeliyiz. Peki, böyle bir yerin temizlenmesi, arınması lazım değil mi? “...Fel yestecibu li...” Habibim, onlara söyle,  arzularına, davetlerine, icabet edeceğiz... Hak bizim davetimize icabet edecek de önce bizim O’nun davetine icabet etmemiz gerekiyor. Başka bir ayette de öyle buyuruluyor, Bismillah “Ya eyyuhellezine amenüstecibu lillahi ve lirrasuli iza da’akum lima yuhyikum…” Sizin kurtuluşunuz için sanki yeniden hayat bulmanız için Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin!..

“Vel yu’minu bi...” Onlar bana iman etmişlerdir, bana teslim olmuşlardır. Gelmiş,  benim davetime icabet etmişlerdir. Kulluklarını, bağlılıklarını, teslimiyetlerini muhabbetlerini ifade etmişlerdir. “...Leallehum yerşudun.” Onlar ancak böyle irşad olurlar. Üzerlerindeki hidayet nimetimiz artar. Doğruyu bulurlar. Vuslat gerçekleşir, Allah’a kavuşurlar. 

“Fedhuli fî ibâdi vedhuli cenneti” Kullarıma, sevdiklerime karışırlar. O’nun has mekânına, la teşbih ve la temsil, O’nun misafir salonuna kabul edilirler. “Vallâhu yed’u ila dâri’s-Selam.” Allah sizi o selam yurduna, selamet yurduna davet ediyor. Öyle bir diyara, öyle bir manevi iklime girebilmek için bir hazırlık, bir temizlik, bir güzel giyinmişlik gerekmiyor mu? Muhteremler oruç bunun yolları. İşte bu başbaşa kalış, Allah’ın oruç ibadetini sadece kendisine hasretmesini, benim diye sahiplenmesini açıklıyor. Hadisi şerifte: “Her ibadetin ecri bellidir, orucun ecri ise Allah’a aittir.” buyruluyor. Çünkü “o yalnız bizim içindir buyuruyor” Cenâbı Hak. Kulum bizim için helalden bile feragat etmiştir. Yemesini içmesini, helal olan ailesini  Allah’a yaklaşmak için terk etmiştir. 

Gönül ihlâsın bir nur olarak ilka edildiği yerdir. İman, gönül ile tasdik edildiğinde iman olur. Basiret, Furkan, İhsan gibi çoğaltabileceğimiz özelliklerin kaynağı, mazharı gönüldür. Gönül tecelli-i nazargâhtır. “Gözler kör olmaz aslında gögüslerdeki, gönüllerdeki kalpler kör olur.” buyuruyor Cenâbı Hak. Yunus da ifadesinde: Dört kitabın manası/Bir gönüle girmektir, diyor. Gönül eri olmak, Hakk’ın gönlüne girmek ve Hakk’ı gönlümüze alabilmek... Hak’la bütünleşebilmek… Bu da yine sûfi ıstılahında “Fenafillâh-bekabillah” diye tarif edilmiştir. Hak’tan gayrı her şeyden sıyrılmak, fani olmak ve Hak için, Hak namına yeniden Hak’la var olmak. Mülkün sahibini anlamak, tanımak...

Oruç her ameli, fiili Allah’ın varediş gayesine, iradesine götürme  tefekkürüdür. Eylem ile insanın varoluşu arasındaki derin bağı bulmamızı sağlayan yoldur oruç. Oruç hafi, gizli bir zikirdir. Zikrin gizli olması bir mahremiyet hadisesi olduğunu bizlere anlatır. Çünkü “Bizim içindir, kulumla benim aramdadır” diye buyurdu Cenâbı Hak. Gizlilik özel bir ilişkinin varlığını gösterir. İşte oruç Allah ile kulu arasındaki mahrem ilişkinin en iyi şekilde korunmasını sağlayan ortamı oluşturur. Oruç mahremiyetin evidir. İnsan oruçken tefekkür, tevbe, sabır gibi iç amellerini öğrenir. Oruç içe dercedilmiş, yerleştirilmiş değerlere bakmaktır. Manamızdaki bütün değerleri açığa çıkarma yoludur. Bu sayede iç, dış bir olur. Hz. Mevlana’nın buyurduğu gibi “İçin dışın bir olsun.” İşte bu kemale oruçla ermekteyiz. Oruç iç nurudur. İçi görünür kılan bir ışıktır. Takvaya oruç ile varılır. İbadetler insanın Hakk’a göre, Hak ekseninde yaşamaları için va’zedilmiş, konulmuştur. İbadetlerin sürekliliğiyle Hak zahir olur, açığa çıkar. Oruç insanın zihni ve kalbindeki hazineleri açığa çıkartan ibadetin adıdır. 

Evet arkadaşlar, bu manada mevzuyu uzatabiliriz, çoğaltabiliriz. Önemli olan bu sohbetin neticesinde sizin gönlünüzde, fikrinizde oluşacak olan oruçla ilgili tefekkürdür, ne alabildiğinizdir. Bundan sonrasını çoğaltmak özünüzde size aittir. Aslında bütün ibadetlerin zikir olma özelliği vardır. Oruç gizli zikirdir dedik. Zikir noktasında Cenâbı Hak bize zikr-i kesiri, zikri çoğaltmamızı emretmiştir. İnsan güzellikleri kendi iç âleminde, tefekküründe çoğaltmaya çalışmalıdır. Zikri çoğaltmak demek adedi çoğaltmak demek değildir. Zikri çoğaltmak kaliteyi arttırmaktır. İhlâsa, takvaya ulaşmaktır. Öze inmektir. Özü bulmaktır. Sayısal çokluk bu manada çok fazla önemli değildir. Allah Resûlu “az ve devamlı” olanı tavsiye etmiştir. Elbette ki oruçta belirtildiği gibi “Eyyâmu ma’dûdat” belirlenen şeyleri çoğaltamadığımız gibi azaltamayız da. Yani fazlık çokluk bu manada değil. Keyfiyet-kemmiyet meselesi bu. Önemli olan ihlâs ile devamlılıktır. Bunu kendi içimizde çoğaltarak Allah’a yakınlığı,  oruçtaki kemali arttırarak, gafletten sakınmaya, günahtan uzak durmaya, gözümüze, dilimize, kalbimize, gönlümüze hâkim olarak oruç tutmaya gayret edersek zikri çoğaltmış oluruz. Kendimizi Mezkûr’a ifade etmiş oluruz. “Fezkurûnî ezkurkum!” buyruluyor. Siz zikrederseniz, bu manada zikri çoğaltırsanız Biz de sizi zikrederiz buyruyor Cenâbı Hak. Siz hatırlarsanız, unutmazsanız, dikkat ederseniz, unutulmazsınız, dikkat edilirsiniz, hatırlanırsınız. 

Başta da dediğimiz gibi Allah’ın bizim yemeden içmeden kesilmemize ihtiyacı yok. Bizim aç durmamızla Allah’ın artacak hiçbir şeyi yok. Oruç sadece bizi O’na yaklaştırıcı bir vesile olarak bizden istenilmiş, bizim imtihanımız. Sabırla, şükürle, fikirle ve ibadetlere devamlılıkla bu kemali arttırmaya çalışmalıyız. Müminlerle bütünleşmeye çalışmalıyız. Ismarlamacılıktan kurtulmaya çalışmalıyız. Şunun bunun dediği şeylere değil Hakk’ın rızasına önem vermeliyiz, Hakk’ın rızasını gözetmeliyiz. Bugün maalesef dini mevzularımız da reyting meselesi haline, bir kazanç kapısı haline getirilmiş. İsminin önünde bazı unvanları olan kişiler dünyaya, şöhrete, belli kazançlara ulaşabilmek için, adeta unvanlarını satarcasına bilgilerini pazara çıkarmışlar. Meselenin doğruluğu onlar için çok fazla da önemli değil. Önemli olan neticede alacakları şey. Kendilerini buna hasretmişler. Orucumuzun sıhhati için bunlardan uzak duralım. Ben mevzuyu bu temennilerle bitirmek istiyorum. Cenâbı Hak maddeten oruç tuttuğumuz gibi manen de, günaha, hatalara karşı perhizkâr olabilmeyi nasib eylesin. Bizi muvaffak eylesin. Rasulullah Efendimizin Ramazan-ı şerifte sıkça yaptığı bir dua ile bitireyim: 

“Allahumme barik lenâ fi Recebe ve Şaban ve belliğna Ramadan. Allahumme inneke Afuvvun Kerimun tuhibbul affe fa’fu anni” 

Geceniz hayırlı olsun. Allah’a emanet olun.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR